HZ. PEYGAMBERİN ÇOCUK SEVGİSİ


 Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.) Allah Rasûlü (a.s.) çok merhametliydi. O bu duygusunu, “Merhamet etmeyene merhamet edilmez”[1] sözüyle ifade etmiştir. Düşmanları da olsa o, şefkat ve merhametini esirgemezdi. Nitekim İslam’ı yaymak için Tâif’e giden Allah Rasûlü (a.s.)’nün kıymetini Tâifliler bilemediler.  Kendilerine gelen zatın Allah’ın Habîbi olduğunu inkâr ettiler ve onu taşladılar. Mübarek ayakları kan içinde kaldı. Cebrâil (a.s.) Tâif’in altını üstüne getirmek istedi, ancak Allah Rasûlü (a.s.), “Hayır! Belki bunların soyundan İslâm’a girenler olur”[2] buyurdular. Mekkeli müşrikler kendisine hayat hakkı tanımak istemiyorlardı. Onunla görüşen ve müslüman olanları da tehdit ediyorlardı. Üç yıla yakın müslümanları aç ve susuz bıraktılar. Onlarla alışveriş yapmadılar. Kız alıp vermediler. Ancak Allah Rasûlü (a.s.) o esnada bile Allah’ın onları affetmesi için dua ediyor, gözyaşı döküyordu. Ne var ki, kavmi bunlarla da kalmadı onu hicret etmeye, Mekke’yi terk etmeye zorladılar. Kendisine her türlü eziyet ve kötülüğün yapılmasına rağmen Allah Rasûlü (a.s.), “Allah’ım kavmimi affet. Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar”[3] diye yalvarıyordu. Allah Rasûlü (a.s.) üzülerek ve istemeyerek ayrıldığı Mekke’yi fethetmiş, sekiz sene gibi çok kısa denebilecek sürede muzaffer olarak şehre geri dönüyordu. Fetih gerçekleşmişti. Ebû Süfyan’ın evine ve Kâbe’ye sığınanlara dokunulmayacak deniliyordu. Kendine yapılanları affetmiş, pek çok insanı bağışlamıştır. Onun bu affı ve rahmeti karşısında Mekkeli müşrikler adeta eriyor, bölük bölük İslâm’a giriyordu.      Çocukları Çok Seven Peygamber Hz. Peygamber (s.a.v.), çocukların ağlamasına hiç dayanamazdı. Bir gün Mescidde namaz kıldırırken bir çocuğun ağlaması üzerine annesi sıkıntı çekmesin diye namazı daha erken bitirmişti.[4] Torunlarını da çok severdi. Namazda bile çocukların Mesciddeki davranışlarına kızmaz, aksine onların gönlünü hoş tutar, onları öper, başlarını okşar, hatta bazen onlarla oynardı. Hz. Hatice (r.a.), peygamberliğin ilk gelişinde Rasûlullah’ın (a.s.) endişe ve korkularını yatıştırmak için ona şöyle hitap etmiştir: “Hayır korkma! Allah’a yemin olsun ki Allah seni asla mahzun etmez. Çünkü sen akrabayı ziyaret eder, zor durumda olana yardım eder, muhtaca kazandırır, misafire ikram eder, hak sahiplerine haklarını ödersin.”[5] Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor: Resülullah (a.s.), bir gün evinden çıkarak benimle birlikte Benû Kaynuka çarşısına gelinceye kadar hiç konuşmadan yürüdü. Sonra oradan da Hz. Fâtıma’nın (r.a) evinin önüne geldi ve, “Küçük! Orada mısın? Küçük! Orada mısın?” diyerek, torunu Hasan’ı çağırdı. Hz. Fâtıma çocuğu hemen göndermemişti. Sanırım o arada çocuğun üzerini giydirmiş yahut banyo yaptırmıştı. Sonra çocuk koşarak geldi. Rasûlullah (s.a.v.) torunu Hasan’ı kucakladı, öptü, okşadı ve sonra: “Allahım sen bu çocuğu sev, bunu seveni de sev!” diye duâ buyurdu.[6] Hz. Peygamber, sadece erkek çocuklarına değil, aynı şekilde kız çocuklarına da sevgi ve şefkat göstermiştir.[7] Hz. Peygamber kızı Zeyneb’den olan kız torunu Ümame’yi omzuna alarak Mescide çıktı ve Ümame’yi taşıyarak namaz kıldırdı. Rükuya vardığı zaman onu yere koymuş, rükudan başını kaldırdığı zaman onu yerden tekrar alarak boynuna kaldırmıştı.[8] Bu davranış o dönem de insanların alışkın olduğu bir durum değildi. Torunu Ümame’nin namazda iken omuzlarda taşınmasındaki incelik, kızları sevmemek, taşınmalarından çekinmek gibi cahiliyetten kalma çirkin adetlerin hükmünü iptal etmektir. Bu münasebetsiz çekinme ve büyüklenmeyi reddetmekte mübalağa olsun diye omuza alınabileceklerini bilfiil göstermiş oldu ki, fiil ile beyan, söz ile beyandan elbette daha kuvvetlidir.[9] Enes b. Mâlik (r.a.) şöyle anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v.) ahlâkça insanların en güzeliydi. Benim (üvey) bir erkek kardeşim vardı ki, ismi Ebû Umeyr idi. Zannederim sütten kesilmişti. Ebû Umeyr’in oynadığı bir kuş vardı. O kuş ölmüş, kardeşim de çok üzülmüş ve ağlamıştı. Bize geldiğinde bu olayı peygambere anlatmıştık. Artık Rasûlullah (s.a.v.) onu her gördüğünde: ‘Ey Ebû Umeyr! Ne yapıyor o Nuğayr (küçük kuş)?’ der onun gönlünü alırdı.”[10] Şeddâd b. Üsâme el-Leysî (r.a.), tanık olduğu bir olayı şöyle anlatıyor: “Günün sonraki namazları olan öğle ya da ikindi namazlarından birinde Hz. Peygamber (s.a.v.) yanımıza geldi. Hasan’ı veya Hüseyin’i taşıyordu. Rasûlullah (s.a.v.) öne geçti ve çocuğu yere bıraktı. Sonra namaza durdu, namazın ortasında secdeye gitti ve secdeyi uzattı. Ben başımı kaldırdım, o da ne, Rasûlullah (s.a.v.) secdedeyken küçük çocuk onun sırtında duruyor, ben (tekrar) secdeye döndüm. Rasûlullah (s.a.v.) namazı bitirince insanlar: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Sen namaz ortasında secdeyi o kadar uzattın ki bir şey oldu veya sana vahiy geliyor zannettik’ dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): ‘Bunlardan hiç biri olmadı. Ancak oğlum (torunum) beni binek yaptı. Onu acele ettirmek istemedim, böylece istediği olsun diye uzattım’ buyurdu.”[11] Hâlid b. Saîd (r.a)’in kızı Ümmü Hâlid, babasıyla beraber üzerinde sarı (renkli, yeni) bir gömlek olduğu halde Hz. Peygamber’e geldiklerini ve Peygamber’in, “Güzel, çok güzel olmuş, gömleğini güle güle giy” dediğini anlatmıştır.[12] Hz. Peygamber, bu tavrıyla bireysel özelliklilerini dikkate aldığı küçük çocuğa sıcak ilgi göstermiş, üzerindeki elbise ile mutlu olan çocuğun sevincini, onun seviyesine uygun mutluluk ifade eden sözleriyle dile getirmiştir. Allah Rasûlü (a.s.) insanlar için ve özellikle çocuklar için merhamet kaynağı idi. O inananlar için her şeyini feda etmiş, insanlığın kurtuluşu için çırpınmıştı. Onun gözyaşları bunu temsil ediyordu. O çocuklara karşı gayet şefkatliydi. Onlarla şakalaşır, onları severdi. Muhammed b. er-Rebi’ “Ben beş yaşlarında iken Rasûlullah’ın kovadan su alarak ağzıyla yüzüme su püskürttüğünü hatırlıyorum” demektedir.[13] Çocukların dünyasına girebilen, onların seviyesine inerek onlarda tatlı bir hatıra bırakan Rasulullahın, zaman zaman çocukların oyunlarını seyrettiği, onların sevinçlerine ortak olduğu ve başlarını okşadığı bilinmektedir. Hz. Peygamber torunları Hasan ve Hüseyin’i öpüp okşar, severdi. Onlar için, “Bu iki torunum benim dünyadan öpüp kokladığım iki reyhanımdır” buyurmuştur. Hz. Peygamber’e bir Bedevî geldi: “Yâ Rasûlallah! Sizler çocukları öper misiniz? Biz çocuklarımızı öpüp okşamayız”, dedi. Peygamber (s.a.v.), “Allah senin kalbinden merhamet ve şefkati çekip almışsa ben senin için ne yapabilirim” diye cevap verdi.[14] Allah Rasûlü (a.s.), duygu yüklüydü, o bir rahmet peygamberiydi.  Bazen gözyaşlarını tutamaz ağlardı. Sevgili peygamberimiz gayet yumuşak kalpliydi. Bu konuda hayatından zikredilen bir olay çok etkileyicidir. el-Vadîn isimli bir zat şöyle anlatmaktadır: “Bir adam Rasûlullah (s.a.v.)’a geldi ve şunları aktardı: ‘Yâ Rasûlullah (s.a.v.)! Biz cahiliyye ehlinden iken putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim bir kız çocuğum vardı. Ona seslendiğim zaman sevinçle yanıma gelir neşelenirdi. Yine bir gün yanıma çağırdım, o da geldi. Evimin yakınında kendimize ait bir kuyu vardı, oraya götürdüm ve kızımı kendi elimle kuyuya attım... Yavrucağızım benim ardımdan Babacığım! babacığım! diye bağırıyordu. Allah Rasûlü (a.s.) bu olayı dinlerken ağlıyordu; o kadar çok ağlıyordu ki,  gözünden yaşlar boşanıyordu.  Rasûlullah (s.a.v.)’ın arkadaşları o adama, ‘Allah Rasûlü (a.s.)’nü üzüyorsun’ dediler. Rasûlullah (s.a.v.), “Bırakın! Bu adam önemli bir şey soruyor” dedi. Sonra o şahsa dönerek, “Şu olayı bana bir daha anlat” buyurdu. Adam aynı olayı tekrar anlattı. Rasûlullah (s.a.v.)’ın gözyaşları güzelim sakalını ıslatıyordu. Sonra adama şöyle buyurdu: “Şüphesiz Allah, senin kâfir iken yaptıklarını silmiştir. Şimdi artık her şeye yeniden başlamalısın.”[15]   Hayvanlara da Merhametliydi Allah Rasûlü (a.s.), hayvanlara karşı da gayet merhametliydi. O, bu konuda ümmetini sürekli uyarmıştır. Bir köpeği suladığından ötürü günahkâr bir kimsenin affedildiğini, bir kediyi hapsederek açlıktan ölmesine sebep olan bir kadının da cehennemlik olduğunu vurgulamış,[16] “Her can taşıyanı sulamakta ecir vardır” buyurmuştur.[17] Sevgili Peygamberimizin hayatından nakledilen şu olay, onun hayvan hakları konusunda ne derece hassas olduğunu gözler önüne sermektedir. Abdullah b. Cafer (r.a.) anlatıyor: Bir gün Rasûlullah (s.a.v.) beni hayvanının terkisine almıştı. Ensar’dan birinin bahçe duvarının yanına geldik. Orada zayıflamış bir deve duruyordu. Rasûlullah (s.a.v.) devenin inlediğini duydu. Bunun üzerine devenin yanına gitti ve gözlerinin yaşla dolmuş olduğunu görünce hayvanın başını okşadı. Devenin iniltisi kesilmişti. Allah Rasûlü (a.s.); “Bu devenin sahibi kim, bu deve kimin?” diye sordu. Ensar’dan bir genç gelerek, benimdir Yâ Rasûlullah! diye cevap verdi. Rasûlullah (s.a.v.); “Allah’ın sana bahşettiği bu hayvan hakkında Allah’tan korkmaz mısın? Bak o bana seni şikâyet ediyor; sen onu aç bırakıp ona eziyet ediyormuşsun” buyurdu.”[18] Tabi ki, hayvanın dili yoktu. Ancak onun halinden ıstırabı anlaşılıyordu. Dolayısıyla Allah Rasûlü (a.s.) hayvanın sahibine yaptığı yanlışı bu şekilde anlatmak istemiştir. Şefkat örneği Allah Rasûlü (a.s.), hicretin sekizinci yılı Mekke fethine giderken, Arc vadisinde yolun kenarında yeni doğmuş yavrularını emziren bir köpek gördü. Derhal Cuayl b. Surâka ed-Damrî adlı sahabîyi çağırarak köpeğin ve yavruların rahatsız edilmemesini sağlamak üzere ordu geçinceye kadar orada nöbet tutmasını emretti.[19] Hz. Peygamber hayvanlara eziyet edilmesini, bağlanıp hedef yapılmasını, organlarının kesilmesini yasaklamıştır. Nitekim Abdullah b. Ömer bir takım gençlerin bir tavuğu bağlayarak ona atış yaptıklarını gördü. Gençlerin yanına geldiğinde onu görenler dağıldılar. Abdullah, “Bu tavuğu buraya hedef olarak kim dikti? İyi biliniz ki, Peygamber (s.a.v.) canlı bir hayvanı böyle atış hedefi edinen kimseye lanet etti” demiştir.[20] Yirmi birinci yüzyıld...

Devamını Oku...

SÂBİT B. KAYS Eş-ŞEMMÂS


SÂBİT b. KAYS eş-ŞEMMÂS (ölümü: 12/633)  ثابت بن قيس الشماس (Hatip ve şair sahâbî )   Sâbit b. Kays b. Şemmâs el-Hazrecî, Ensar’dan olup Hazrec kabilesine mensuptur. Hicretten önce Medine’de Evs ve Hazrec kabileleri arasında çıkan savaşta babasını kaybeden Sâbit b. Kays’ın annesi Tay Kabilesi’ne mensup Hind et-Tâiye’dir. Ebû Abdurrahman ve Ebû Muhammed şeklinde künyelenen Sâbit b. Kays, gür sesiyle de dikkat çeken bir hatiptir. Hicretten önce müslüman olduğu anlaşılan bu güzide sahâbî, Hz. Peygamber’in Medine’ye teşriflerinde, karşılama esnasında şöyle hitap etmiştir: “Ey Peygamber! Biz, kendimiz ve çocuklarımızın başına gelmesini istemediğimiz kötülüklerden seni koruyacağımıza söz veriyoruz, bize ne buyurursun?”. Hz. Peygamber cevap olarak şöyle buyurdu: “Sizin için cennet vardır”. Bunun üzerine oradakiler: “râzı olduk” dediler. Bu nedenle kendisine Ensar’ın hatibi anlamına gelen “Hatîbü’l-Ensar” denilmiştir. Habibe bint Sehl ile evlenen Sâbit b. Kays geçimsizlik sebebiyle eşinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Bazı kaynaklarda sözkonusu eşinin Cemile bint Selül olduğu ve kocasından şikayeti üzerine Rasulullah’ın onları ayırmak zorunda kaldığı bildirilmektedir.  Resûlullah, Sâbit b. Kays’ı Âmir b. Ebu’l-Bükeyr ile manevi kardeş yapmıştır. Hz. Peygamber’in, “Sabit b. Kays ne güzel adamdır” şeklindeki övgüsüne ve yine hastalığı sırasında onun ziyaret ve duasına mazhar olan bu sahâbî,  bir ara gür sesli oluşundan dolayı kendisini kınamıştır.  Şöyle ki: Esir tutulan yakınlarını geri almak için gelen ve aralarında Utârid b. Hâcib ve Akrâ b. Hâbis’in de bulunduğu Temîm Oğulları’ndan bir heyet, o sırada evinde bulunan Hz. Peygamber’e kaba bir şekilde seslenerek yanlarına çıkmasını istemişler ve hatip ve şairlerini konuşturarak isteklerini dile getirmişlerdir.  Bunun üzerine Hz. Peygamber, müslümanlar adına Sâbit b. Kays’ın ve Hassan b. Sâbit’in cevap vermesini emretmiştir. Onların etkili cevapları karşısında Temim Oğulları heyeti, “Sizin hatibiniz ve şairiniz bizim hatip ve şairimizi susturdu” demek zorunda kalmışlardır. Bu olayın ardından, “Ey İmân edenler! Seslerinizi Nebî (a.s.)’ın sesinden fazla yükseltmeyiniz...” (el-Hucurat 49;2) âyeti inince, Sâbit b. Kays, gür sesli oluşundan dolayı kendisinin de günahkar olduğu hükmüne varmış ve artık evinden dışarı çıkmayacağına yemin etmiştir. Allah Resûlü, Sâbit’i göremeyince durumunu sormuş, kendisini cehennemlik sayarak evden çıkmadığı bildirildiğinde ise; “Hayır, o cehennemlik değildir, aksine cennet ehlindendir” buyurmuştur. Müreysi’ gazvesinde müşriklere yapılan baskında pek çok esir ele geçirilmişti. Bunlar arasında bulunan Cüveyriye,  Sâbit b. Kays’ın hissesine düşmüştü. Sâbit onunla bir bedel karşılığında serbest bırakmak için anlaşma/mükâtebe yapmıştı. Cüveyriye (r.a.) kendisine yardım etmesi için Hz. Peygamber’e müracaat ettiğinde, Allah Resûlü, “Sana daha hayırlısını söyleyeyim mi?” buyurarak onun bedelini ödemiş ve kendisiyle evlenmiştir. Resûlullah’ın, Cüveyriye ile evlenmesinin ardından pek çok sahâbî, onun kabilesinden olan esirleri serbest bırakmışlardır. Hz. Peygamber’in Eslem Kabilesi’ne gönderdiği zekat ve mirasla ilgili mektubu Sâbit b. Kays yazmış, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah ve Ömer b. el-Hattab olaya şahit olmuşlardır. Sâbit (r.a.) Bedir Harbi’ne katılamamış, ancak Uhud Savaşı’na, Rıdvan Bey’atı’na ve diğer seferlere iştirak etmiştir. Hicrî on iki yılında Yemâme Savaşı’na katılmış askerin dağılması üzerine şiirlerle onlara moral vermeye çalışmıştır. Şiirleri o kadar meşhurdu ki, Yemâme Savaşı’nda onun mersiyeleri okunmuştur. Bu savaşta kahramanca çarpışarak şehit düşmüştür. Sâbit b. Kays şehit olunca müslüman bir asker Sâbit’in üzerindeki zırhını çıkarıp almıştı. Daha sonra bir başka arkadaşı Sâbit’i rüyasında görmüş, Sâbit o adama rüyada, kendisinden alınan zırhın falanca adamda olduğunu, Hâlid b. Velîd’e giderek o adamdan zırhını alıp, Ebû Bekr’e vermesini, onunla ölmeden önce üzerinde kalan borçlarını ödemesini istemiştir. Adam uyandıktan sonra rüyada gördüklerini Hâlid’e haber vermiş, o da zırhı alan adamı bularak Sâbit’in zırhını ondan geri almış ve Ebû Bekr’e gelerek durumu arz etmiştir. Hz. Ebû Bekr de Sâbit’in rüyada istediği vasiyetini yerine getirmiştir. Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerinde, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce ve Dârimî’nin  Sünen’lerinde, Mâlik’inMuvatta’ında ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde hadis rivayeti bulunan Sâbit b. Kays’tan, Enes b. Mâlik ve oğulları Kays b. Sâbit ile Muhammed b. Sâbit hadis nakletmişlerdir.   BİBLİYOGRAFYA Abdullah b. el-Mübârek, Kitabü’l-Cihâd, Tunus 1972, I, 101. Buhârî, Muhammed b. İsmâil, et-Târihu’l-kebîr, Dâru’l-Fikr ts., II, 167. Buhârî, Muhammed b. İsmâil, el-Câmiu’s-sahîh, İstanbul 1981, “Tefsir” 49; 279. Ebû Dâvud es-Sicistânî, es-Sünen, İstanbul 1981, “Talâk” 16-18. Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Muhammed, Safvetü’s-safve, Beyrut 1979, I, 626. Ebû Hâtim er-Râzî, el-Cerh ve’t-ta’dîl, Beyrut 1952, II, 456. Es-Seyyid Ebu’l-Kâsım el-Musevî el-Hav’î, Mu’cemu ricâli’l-hadîs, Beyrut 1983, III, 397-398. İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî temyîzi’s-sahâbe, Beyrut 1992, I, 203. İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü’t-tehzîb, Beyrut 1984, II, 11. İbn Hacer el-Askalânî, Takrîbü’t-Tehzîb, Suriye 1986, I, 133. İbn Hacer el-Askâlânî, Fethu’l-Bârî, Kahire 1987, IX, 310. İbn Hızâm, Ebû Zekeriya Muhyiddin Yahya b. Şeref, Tehzîbü’l-esmâ, Beyrut 1996, I, 147. İbn Hibbân el-Büstî, Meşâhiru ulemâi’l-emsâr, Beyrut 1959, I, 14. İbn Hibbân el-Büstî, es-Sikât, Beyrut 1975, III, 43; V, 37. İbn Kânî, Ebu’l-Huseyn Abdülbâki, Mu’cemu’s-sahâbe, Medine 1418, I, 126. İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, Beyrut 1990, I, 354; III, 390;VIII,116-117; 445-446. İbnü’l-Esir, Ebu’l-Hasan İzzeddin Ali b. Muhammed, el-Kâmil fi’t-târih, Beyrut 2002, II, 192. İbnü’l-Esir, Ebu’l-Hasan İzzeddin Ali b. Muhammed, Üsdü’l-gâbe fî ma’rifeti’s-sahâbe, Beyrut ts., I, 229-230. Wensinck, A.J., el-Mu’cemü’l-müfehres li elfâzi’l-hadîs, İstanbul 1988, VIII, 38. Zehebî, Şemseddin Muhammed b. Ahmed, el-Kâşif, Cidde 1992, I, 282. Zehebî , Şemseddin Muhammed b. Ahmed, el-Muktenâ fi serdi’l-künâ, Medine 1408, I, 365; II, 40. Zehebî , Şemseddin Muhammed b. Ahmed, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, Beyrut 1413, I, 309-312. Ziriklî, Hayreddin,  el-A’lâm, Beyrut 1990, II, 98....

Devamını Oku...

SÂBİT B. KAYS B. El-HATÎM


SÂBİT b. KAYS b. el-HATÎM (ölümü: Muaviye’nin (r.a.) hilafet yılları) ثابت بن قيس الخطيم         (Cesur sahâbî)                              Sâbit b. Kays b. el-Hatîm b. Adiy b. Amr b. Sevâd b. Zafer el-Ensârî ez-Zaferî, Ebû Ömer veya Ebû Mûsa şeklinde künyelenen Medineli bir sahâbîdir. Babası Ebû Yezîd künyesiyle maruf olan Kays b. el-Hatîm, Cahiliyye zamanında ileri gelen şâirlerdendir. Resûlullah, İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’de Sâbit’in babası Kays’ı İslâm’a davet etmiş ancak o, müslüman olmayıp Medine’ye yerleşerek Evs ve Hazrecliler arasındaki savaşlara katılmış ve Hicretten önce bu savaşlarda öldürülmüştür. Sabit’in annesi ise Havva bint Yezîd b. Seken’dir. Sâbit b. Kays müslüman olunca babasını öldüren Hazrecliler ona babasının silahını teslim ettiler. Bunun üzerine Sâbit onlara, “Şayet müslüman olmasaydınız bu yaptığınızı inkar edecektiniz” demiştir. Sâbit b. Kays’ın Cemîle binti Sâbit b. el-Aklah adında bir hanımı olduğu, ancak daha sonra onu boşadığı kaynaklarda yer alan bilgilerden anlaşılmaktadır. Sabit’in Ömer, Muhammed ve Yezid isminde üç oğlu hicrî altmış üç senesinde “Harre Vak’ası”nda öldürülmüşlerdir. “Sika” bir hadis ravisi olan torunu Adiy, dedesine nispet edilerek Adiy b. Sâbit olarak anılmaktadır. Ancak kendisinin herhangi bir rivayeti bilinmemektedir. Sâbit b. Kays Uhud Savaşı’na katılmış çok büyük kahramanlıklar göstermiş ve bu savaşta on iki yerinden yaralanmıştır. Hz. Peygamber, o gün Sâbit’e cesur savaşçı anlamında “Hâsir” adını vermiştir. Hz. Peygamber, kendisine savaş esnasında “Geriye dön  ey Hâsir! Artık dön ey Hâsir!” diyor, o ise yaralı olduğu halde elindeki kılıcını savurmaya devam ediyordu. Sâbit b. Kays daha sonra da pek çok savaşa iştirak etmiştir. Hz. Osman’ın hilafetinin karışıklık yıllarında (650-656), Kûfeliler, o sırada valileri olan  Saîd b. el-Âs’ı halifeye şikayet etmişlerdi. Vali Saîd b. Âs, halife ile görüşmek için Medine’ye giderken Sâbit’i Kûfe’de görevlendirmiştir. Cemel, Sıffin ve Nehrevân savaşlarında Hz. Ali’nin yanında yer almış olan Sâbit b. Kays, Hz. Ali zamanında Medâin’e vali olarak tayin edilmiştir. Daha sonra Muğîre b. Şu’be, Kûfe’de Muâviye’nin valisi olduğu sırada, Muâviye’nin Sâbit’ten hoşlanmadığını bildiği için onu Medain valiliği görevinden almıştır. Zira Sâbit b. Kays, Muâviye’ye karşı Hz. Ali tarafında yer almıştır. Üstelik Muaviye’yi suçlayan ağır bir dille  halkın isteklerini bildiren bir mektup da yazıp Şam’a göndermiştir. Sözkonusu bu mektubunda onun halka zulmettiğini, hukuka saygı göstermediğini, insanların  taleplerini dinlemesi gerektiğini bildirmiştir. Kaynaklarda Sâbit b. Kays’ın, vefatı hakkında yıl olarak kesin bir tarih verilmemekle birlikte onun Muâviye’nin hilafeti zamanında vefat ettiği bildirilmektedir.     BİBLİYOGRAFYA Hatîb el-Bağdâdî, Târihu Bağdâd, Beyrut ts., I, 175. İbn Abdilberr, el-İstiâb fî ma’rifeti’l-ashâb, Beyrut 1412, I, 62. İbn Asâkir, Târihu medineti Dımaşk, XI,  Beyrut 1998, 136-138. İbn Ebû Hâtim, el-Cerh ve’-Ta’dîl, Beyrut ts., I, 405. İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî temyîzi’s-sahâbe, Beyrut 1992, I. 202. İbn Hacer el-Askalânî, Lisânü’l-mîzân, Beyrut 1986, II, 78. İbn Hacer el-Askalânî, Tehzibü’t-tehzîb, Beyrut 1984, II, 13; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe fi ma’rifeti’s-sahâbe, Beyrut ts., I, 228-229. İbn Sa’d, et-Tabâkatü’l-Kübrâ, Beyrut ts., VIII, 256. Zehebî, Şemseddin Muhammed b. Ahmed, Mizânu’l-İ’tidâl, Beyrut 1995, I, 366. Zehebî, Şemseddin Muhammed b. Ahmed, Siyeru a’lami’n-nübelâ, Beyrut 1413, I, 313-314. Zehebî, Şemseddin Muhammed b. Ahmed, el-Kâşif, Cidde 1992, I, 117.

Devamını Oku...

RAVH B. UBÂDE


RAVH B. UBÂDE (ölümü: 205/820) (Basra’lı muhaddis) Ebû Muhammed künyesiyle bilinen, Ravh b. Ubâde b. Alâ b. Hassân b. Amr b. Mersed el-Kaysî el-Basrî, Basra’da doğmuş, daha sonra hadis öğrenimi ve rivayeti maksadıyla uzun yıllar Bağdat’a yerleşmiş ve ömrünün sonuna doğru yine doğduğu yer olan Basra’ya dönmüştür. Kays b. Sa’lebe oğulları soyundan olan Ravh b. Ubâde’ye, atalarına nispet edilerek İbn Sa’lebe’de denildiği kaynaklarda yer almaktadır. Onun Ebu’l-Abbâs Muhammed b. Yûnus el-Küdeymî’nin dul kalan annesiyle evlendiği de belirtilmektedir (Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, III, 437).       Hadis, Tefsir ve Ahkâm’a dair bilgiler derleyen ve çeşitli kitaplar tasnif eden Ravh b. Ubâde’nin es-Sünen ve Tefsîru’l-Kur’âni’l-Kerim adlı eserleri olduğu haber verilmektedir. Genellikle muhaddisler tarafından güvenilir kabul edilmiş ve bu yüzden “Hâfız”, “Sâdûk”, “Sâlih”, “Mahallühu’s-Sıdk” ve “İmam” şeklinde hadis tekniği bakımından oldukça muteber kabul edilen “ta’dîl” vasıflarıyla nitelendirilmiştir (İbn. Maîn, et-Târîh,II, 168). Yahya b. Maîn’in, kendisini sika/güvenilir kabul etmesine karşılık, Abdurrahman b. Mehdî aynı fikirde değildir. Ancak daha sonra Ali İbnü’l-Medinî’nin, kendisini Ravh hakkındaki kanaatinin yanlış olduğu konusunda uyarmasının ardından, Abdurrahman b. Mehdî, onu gıybet ettiği için pişmanlık duymuş ve bu konuda yaptıklarından ötürü tövbe etmiştir. Ancak bu övgülerin yanı sıra  az da olsa Ravh’ın hadisçiliği hakkında eleştiride bulunanlar olmuştur.  Nitekim el-Ukaylî, onu zayıf ravilere yer verdiği ed-Duâfâü’l-Kebîr adlı eserinde zikretmiş ve Ebu’l-Velîd’in onun hakkında ilmini âlimlerden almadığı, aksine birtakım vesikalardan rivayette bulunduğuna dair şu sözünü nakletmiştir: “Kırk yıla yakındır Ravh’ı tanırım, ancak bir gün bile onun yanında bir âlim görmedim. O “varrâk/ilmini kitaptan alan” idi” (el-Ukaylî, ed-Duafâü’l-Kebîr, II, 95). Diğer yandan Nesâî’nin, Ravh b. Ubâde hakkında cerh lafzı olan “leyse bi kaviyyin/ sağlam değildir” sözünü söylediği, İbnü’l-Mehdî’ye, Ravh’ın Mâlik b. Enes’ten “semâ” kaydı ile rivayet ettiği bin kadar hadis hakkında sorulduğunda ise, “Allah yardım etsin, biz bunların hiçbirini işitmedik” şeklinde üzüntüsünü ifade ettiği de kaynaklarda yer almaktadır. Şu kadar ki, onun hakkında söz konusu yapılan bu eleştirilerin ancak şifahî rivayetleri için geçerli olabileceği, yazılı kaynaklardan yaptığı rivayetlerine ise güvenilmesi gerektiği ileri sürülmüş, onun bir dönem İbn Cüreyc’in ve Mâlik’in meclislerinden ayrılmayıp hadis yazdığı ve “arz” yaptığı ifade edilmiştir. Hakkında söylenen cerh ve ta’dîl lafızları birlikte değerlendirildiğinde Ravh b. Ubâde’nin, tamamı olmasa da hadisçilerin çoğunluğu tarafından güvenilir kabul edildiğini söylemek mümkündür. Kütüb-i Tis’a’da yer alan eserler incelendiğinde Ravh b. Ubâde’nin 80 kadar hocası, 51 kadar da talebesi olduğu görülmektedir. Meşhur hocaları arasında Eş’as b. Abdi’l-Melik el-Humrânî, Zekeriyya b. İshâk, Eymen b. Nâbil, Evzaî, İbn Avn, İbn Cüreyc, Habîb b. Şehîd, İbn Ebî Zi’b, Haccâc b. Ebî Osmân, Cerîr b. Hâzim, Hammad b. Zeyd, Hammad b. Seleme, Sa’d b. Ebî Arûbe, Şu’be b. Haccâc, Sâlih b. Keysân, Âtâ b. Ebî Rebâh, Mâlik b. Enes, Süfyân es-Sevrî ve Süfyân b. Uyeyne gibi ileri gelen âlimleri saymak mümkündür. Özellikle Sa’d b. Ebî Arûbe, Sevrî ve Şu’be’den binlerce hadis rivayet ettiği belirtilmektedir (Müslim b. Haccâc,  el-Künâ ve’l-Esmâ, I, 741).                 Buhârî’nin de hocalarından olan Ali İbnü’l-Medînî, Ravh b. Ubâde’nin kendisinin de gördüğü yüz binden fazla hadise sahip olduğunu, bunlardan on bin  kadarını yazdığını belirtmektedir. Diğer taraftan, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Mansûr, Züheyr b. Harb,  Ebû Kudâme es-Serahsî, Bündâr, İbn Nemîr, İshâk b. Râhûye gibi meşhur muhaddisler onun talebeleri arasında zikredilmektedir. Nuaym b. Hammâd’ın, Basra’da Ravh b. Ubâde’den 50 bin hadis yazdığına dair bilgi göz önünde tutulursa, onun hadis külliyatının eriştiği boyutun genişliği tahmin edilebilecektir. Ravh b. Ubâde’den gelen rivayetlere, hemen bütün klasik hadis kaynaklarında rastlamak mümkündür. Pek çok meşhur hadis müellifi, ondan çeşitli senedlerle gelen rivayetlere kitaplarında yer vermişlerdir. Nitekim, Kütüb-i Tis’a’da yer alan kaynaklardan Buhârî’de yer alan 46 hadisi, Buhârî Sahîh’inde, “İmân”, “Salât”, “İ’tisâm”, “Megâzî”, “Tefsir” vs. kitaplarında yer vermiştir.  Müslim’de 99, Tirmizî’de ise 42 hadisi yer almaktadır. Ravh hakkında yukarıda da aktarılan tenkidine rağmen, Nesâî,Sünen’ine ondan gelen 4 hadis almıştır. Ayrıca Ebû Dâvud’da 22, Ahmed b. Hanbel’de 800 hadisi bulunmaktadır. Bunlardan başka İbn Mâce’de 18 ve Dârimî’de 9 hadisinin olduğu görülmektedir. Ravh b. Ubâde’nin, bir görüşe göre Yakub. İshâk ve Ebû Âmir ile hicrî 206 yılının Şevvâl ayında aynı günde, ve yine bir başka iddiaya göre de 207 senesinde vefat ettiği söylenmekle birlikte,  güvenilir pek çok kaynakta onun  205/820  yılında Cemâziyelevvel ayında Basra’da vefat ettiği haber verilmektedir (Suyûtî, Tabakâtu’l-Huffâz, I, 151).               BİBLİYOGRAFYA İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut 1990,VII, 296. Yahya b. Maîn, et-Târîh, thk. Ahmed Muhammed Nur Seyf, Mekke-i Mükerreme 1979, II, 168; İbn Ebî Hâtim er-Râzî, el-Cerh ve’t-Ta’dîl, Beyrut 1952, III, 498. Buhârî, Muhammed b. İsmail, et-Târihu’l-Kebir, Haydarabad 1364, III, 309. Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî,  el-Künâ ve’l-Esmâ, Medine 1404, I, 741. İbn Hibbân el-Büstî, es-Sikât, Dâru’l-Fikr 1975, VIII, 243. İbnu’n-Nedîm, el-Fihrist, Beyrut 1978, I, 318. Hatîb el-Bağdâdî, Târihu Bağdâd, Beyrut ts, III, 437;VIII; 401; 402-403; 406. Yusuf el-Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl fî Esmâi’r-Ricâl, thk. Beşşâr Avvâd Maruf, Beyrut 1980, IX, 238; 242. er-Rebiî, Muhammed b. Abdurrahman, Mevlûdü’l-Ulemâ ve Vefeyâtuhum, II, 457. İbn Hacer el-Askalânî, Lisânü’l-Mîzân, Beyrut 1986, VII, 217. İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, Beyrut 1984, III, 253; 254. Ebû Hafs, el-Vâiz, Ömer b. Ahmed, Târihu Esmâi’s-Sikât, Kuveyt 1984, I, 87. Zehebî, A’lâmü’n-Nübelâ, Beyrut 1990, IX, 403;404; 406. Zehebî, Tabakâtü’l-Muhaddisîn, Ammân 1404, I, 74. Zehebî, Târihu’l-İslâm, Beyrut 1991, XIV, 155. Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, Beyrut 1995, VII, 47. Ebû Câfer Muhammed b. Ömer, el-Ukaylî, ed-Duafâü’l-Kebîr, Beyrut 1984, II, 95. Suyûtî, Tabakâtu’l-Huffâz, Beyrut 1403, I, 151. el-Bâcî, Süleyman b. Halef, et-Ta’dîl ve’t-Tecrîh, Riyad 1986, II, 574. Ömer Rızâ Kehhâle, Mu’cemu’l-Müellifîn, IV, 173-174. Dâru İhyâ, Beyrut ts. Hacı Halife Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, Beyrut 1992, I, 448. A.J.Wensinck, el-Mu’cemü’l-Müfehres li Elfâzi’l-Hadîs, I-VIII, İstanbul  1986-1988....

Devamını Oku...

RÂFİ B. MÂLİK


RÂFİ B. MÂLİK (ölümü: 5/626)       (Akabe Bey’ati’ne katılan Medine’li Sahâbî)             Ebû Mâlik künyesiyle tanınan Râfi b. Mâlik b. el-Aclân el-Ensârî, Medine’nin Hazrec kabilesinden olup büyük dedesi Zurayk’e  nispetle Zurakî olarak da anılır. Onun diğer oğlu Rifâa’dan dolayı Ebû Rifâa şeklinde  künyelendiği de belirtilmektedir. Akabe Bey’atleri’ne ve Bedir Savaşı’na katılması sebebiyle “Akabiyyün Bedriyyün” sıfatlarını da kazanmıştır (İbn Abdilberr, el-İstiâb, II, 484).       Râfî b. Mâlik’in annesi, el-Aclân b. Zeyd’in kızı Mâviye’dir. Dedeleri Ğanm b.Sâlim b. Avf b. Amr b. Avf b. el-Hazrec olması hasebiyle annesinin de Hazrec kabilesinden olduğu anlaşılmaktadır. Râfî’nin, Mâlik, Rıfâa ve Hallâd isimli üç oğlu vardır. Hanımı Ümmü Mâlik ise, meşhur Übey b. Selûl’ün kızı, Abdullah’ın kız kardeşidir. O da Müslüman olup Resulullah’a bey’at etmiştir. Bu hanım sahâbî, Râfî b. Mâlik’in yukarıda adı geçen her üç oğlunun da annesidir (İbn Sa’d, et-Tabâkâtü’l-Kübrâ, III, 467).       Hazrec kabilesinden ilk önce Müslüman  olan kişi özelliğini taşıyan Râfî b. Mâlik’in, câhiliyye döneminde yazı yazabildiği, güzel yüzdüğü ve iyi ok attığı kaydedilmektedir. Râfî b. Mâlik’in, Muâz b. Afrâ ile birlikte Medine’den Mekke’ye gelerek Hz. Peygamber’le görüştükleri ve Müslüman oldukları, böylece Hazrec’li ilk iki Müslüman unvanını aldıkları da ileri sürülmektedir ki, buna göre Râfî, Medine’ye “nakîb” seçilen on iki kişiden biri ve Akabe Bey’atleri’ne katılan bir sahabîdir. Hz. Peygamber’le görüşen ilklerden olmaları hasebiyle, Allah Resûlü kendileri için, “Sizler bana İsa (a.s.)’nın havarileri gibisiniz” demiştir (İbn Hibbân, es-Sikât, I, 111). Ayrıca 70 kişilik Akabe Bey’ati’nde Hz. Peygamber’in huzuruna söz vermek için çıkan ilk Medine’linin Râfî b. Mâlik olduğu da belirtilmektedir.       Akabe’de Rasulullah ile görüşen Râfi b. Mâlik, ondan Yûsuf Sûresi’ni öğrenmiş ve Medine’ye gelerek Benû Zureyk Mescidinde toplanan Müslümanlara bu sureyi okumuştur. Bu nedenle Zureyk Mescidi, Medine’de ilk Kur’ân-ı Kerîm okunan mescid olarak da tarihe geçmiştir. Bu güzel icraatından dolayı da Allah Resûlü, Râfi b. Mâlik’ten memnun olduğunu ifade etmiştir. Diğer bir görüşe göre ise, Râfî, Mekke’ye gelip müslüman olduktan sonra Allah Rasulü’nün yanında kalmış ve oraya yerleşmiştir. Tâhâ Suresi nâzil olduktan sonra onu yazmış ve Medine’ye geri dönerek kendi soyu olan Zurayk oğullarına bu sureyi okumuştur (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 198).       Her ne kadar bazı kaynaklarda oğlu Rifâa’nın da babası Râfi b. Mâlik ile birlikte Akabe bey’ati’ne katıldığı belirtilse de, Çoğu kaynakta iki oğlu Rifâa ve Hallâd’ın Bedir savaşına katıldıkları, Akabe Bey’atleri’ne iştirak etmedikleri belirtilmektedir. Buhârî’nin Sahih’inde Bedir’e katılan 313 sahabîden 44’ünün isimleri zikredilirken Râfî b. Mâlik’e yer verilmezken, sözkonusu listede oğlu Rifâa’nın adı geçmektedir. Diğer taraftan kendisinin Bedir Savaşı’na katıldığı ve bu yüzden Bedrî denildiği ileri sürülmekle beraber, bazı kaynaklarda  onun Bedir’e katılmadığı haber verilmektedir (Mizzî, Tehzîbü’l-Kemal, III, 151).       Buhârî’de sadece 1 hadisi bulunan Râfi b. Mâlik’ten torunu Muâz, babası Rifâa, aracılığıyla şu hadisi nakletmiştir: “Cebrail (a.s.), Hz. Muhammed’e geldi ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resûlü, Sizler Bedir ehlini nasıl kabul edersiniz?” Hz. Peygamber, “Onlar bizim en faziletlilerimizdir” buyurdu. Buna karşılık Cebrail de şöyle dedi: “Melekler arasında da Bedir’e katılanların durumu aynı şekildedir” (Buhârî, “Megâzî” 11). Kendisi Hz. Peygamber’den bu hadisi nakletmesine rağmen, Akabe Bey’ati’ne katılmayı Bedir’e katılmaktan daha üstün kabul etmekteydi.  Onun, “Bedir’e katılmak beni Akabe’ye katılmak kadar sevindiremezdi” sözü de bu görüşü desteklemektedir.             Hz. Peygamber, Medine’de ashabı arasında uhuvvet/kardeşlik tesis ederken, Râfi b. Mâlik ile Saîd b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl’i kardeş yapmıştır ki, her ikisi de Akabe Bey’ati’ne katılan on iki kişinin arasındadır ve Hz. Peygamber o zaman kendilerini Medine’ye nakîb/idareci tayin etmiştir. Râfi b. Mâlik, Medine’de ikamet etmiş ve Hicretten otuz iki ay sonra Şevvâl ayında diğer nakibler gibi Uhud savaşında şehid düşmüştür (Zehebî, el-Muktenâ fi Serdi’l-Künâ, II, 59).   BİBLİYOGRAFYA Muhammed b. Sa’d, et-Tabâkâtü’l-Kübrâ, Beyrut 1990, III, 466.   Muhammed b. İsmâil el-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul 1981, “Megâzî” 13. İbn Hibbân el-Büstî, es-Sikât, Dâru’l-Fikr, 1975,  I, 111. İbn Hibbân el-Büstî, Meşahiru Ulemâi’l-Emsâr, Beyrut 1959, I, 24. İbn Abdilberr, el-İstiâb, I-IV, Beyrut 1412, II, 484.   İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Kahire 1970, II, 197; 198. Yusûf el-Mizzî, Tehzîbü’l-Kemal, Beyrut 1980, III, 151. İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Beyrut 1992, II, 190; 209; 489; VIII, 297. İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, Suriye 1986, I, 204. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Kahire 1986, VII, 370. Es-Seyyid Ebu’l-Kâsım el-Musevî el-Hav’î, Mu’cemu Ricâli’l-Hadîs, Beyrut 1983, VII, 158. Muhyiddîn Yahya b. Şeref  İbn Hizâm, Tehzîbü’l-Esmâ, Beyrut 1996, I, 189. Zehebî, el-Muktenâ fi Serdi’l-Künâ, Medine 1408, II, 59....

Devamını Oku...

Mirac Keşiftir


1. İsra İsrâ, gece yürüyüşü demektir. Gece karanlığı bazı şeyleri örttüğü için gece yürüyüşüne de isrâ denilmiştir. Bu kelimenin anlam bakımından sır ile de ilişkisi vardır. Terim olarak Hz. Peygamberin hicretten bir buçuk yıl önce Mekke`de bulunan Mescid-i Haramdan, Kudüs`te bulunan Mescid-i Aksa`ya Allah tarafından mucize olarak bir anda yaptığı yolculuktur. İsrâ olayı Kuran`la sabittir. İsrâ olayının Kur`ân`da anlatımı şöyledir: `Kulu Muhammed`i geceleyin, Mescidi Haram`dan kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescidi Aks`ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla gören O`dur.`[1] Ayetten anlaşıldığı üzere, Giden: Hz. Muhammed, Allah`ın Kulu(abduhu) Götüren: Allah Teala (Cebrail vasıtasıyla) Zaman: Bir gece Yer: Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksâ Yolculuk Nedeni: Allah`ın âyetlerini göstermek`tir İsra ve mirac olayını anlatan sahih hadisler bulunmaktadır. Buhari`nin sahih`inde dört yerde zikredilmektedir. Özet olarak anlatmak gerekirse, Allah Resûlü, Mescid-i Haram`da iken Cebrail (a.s.) gelmiş, Burak isimli, bir binit ile Hz. Muhammed`i Mescid-i Aksa`ya götürmüştür. Orada namaz kılan Allah Resûlü Cebraille yedi kat semaya yolculuk yapmış, Sidretü`l-münteha`ya varmışlardır. Her semada ayrı bir peygamberle görüşen Allah`ın Elçisi, cennet ve cehenneme dair hadiselere şahit olmuş, rabbinden emirler alarak dönmüştür. Bakara suresi`nin son iki âyeti, tahiyyat duası ve beş vakit namaz miracın hediyesi olmuştur. İsra ve Mirac olayını müşrikler inkar etmişler, müminler ise tereddütsüz iman etmişlerdir. 2. Mi`râc Mirac, kelime itibariyle uruc etmek, yukarılara çıkmak demektir. Terim anlamına gelince; Hz. Peygamber`in isra yolculuğunda Kudüs`e geldikten sonra Cebrail (a.s.) ile birlikte semavâta yolculuk yapması ve orada pek çok hadise ile karşılaşıp, Allah`tan aldığı emirlerle tekrar dönmesidir. Mirac olayı da Kur`an`la sabittir. Miracın Kur`an`da Necm Sûresi`nde anlatımı şöyledir: 1. Battığı zaman yıldıza andolsun ki; 2. Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı. 3. O,arzusuna göre de konuşmaz. 4. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir. 5. Çünkü onu güçlü kuvvetli biri (Cebrail) öğretti. 6. Ve üstün yaratılışlı(melek), doğruldu: 7. Kendisi en yüksek ufukta iken. 8. Sonra (Muhammed`e) yaklaştı,(yere doğru)sarktı. 9. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. 10. Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi. 11. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı. 12. Onun gördükleri hakkında şimdi kendisi ile tartışacak mısınız? 13. Andolsun onu, önceden bir defa daha görmüştü, 14. Sidretü`l-Münteha`nın yanında . 15. Cennetü`l-Me`va da onun yanındadır. 16. Sidre`yi kaplayan kaplamıştı. 17. Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı. 18. Andolsun o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü. [2] 3. Mi`râc`ın anlattıkları a. Mirac imtihandır; Kafirlerin Hz. Muhammed`i imtihan etmesidir: Müşrikler Hz. Peygamberin Kudüs`e gidip geldiğini oradan semalara çıktığını duyunca alay ettiler ve şayet Kudüs`e gitti isen orada gördüklerini bize haber ver. Mescid-i Aksa`yı bize anlat dediler. Hz. Peygamber`de Allah`ın yardımıyla onlara aynen olduğu gibi tarif etti. Hatta Mekke`ye gelmek üzere yolda bulunan kervanın nerede olduğunu da haber verdi. b. Mirac tasdiktir; Allah Teâla`nın mü`minleri sınamasıdır: Sıddıkler bu imtihanda belli olacaktır. Ebu Bekir bu sınavda öne çıkacaktır. Kafirler ona gelip arkadaşın ne kadar garip şeyler anlatıyor, sen buna inanıyor musun? dediklerinde, `Allah`a yemin olsun ki, bundan daha garip şeyler anlatmış olsaydı yine tasdik ederdim` demiştir. c. Mirac tesellidir; Müşriklerin baskı ve ambargoları sırasında en yakını amcası Ebû Tâlib ve Hanımı Hz. Hatice vefat etmiştir. Allah Resûlü, kederlidir. Mahzun ve mükedderdir. Bir tarafta müminlerin fakru zaruret içersinde müşriklerden eziyet ve işkence görmeleri, diğer yandan en sevdiği insanların dünyadan ayrılığı ve son olarak Taif`te karşılaştığı durum onu son derece üzmüş iken Allah`ın daveti gelmiştir. Rabbi kulunu teselli edecek ona lutfedecektir. d. Mirac iltifattır; Dünyanın amansız gailelerinden usanmış, kafirlerin ve hainlerin azgınlıklarından bıkmış, en zarif, en narin, en yumuşak huylu, en güzel ahlaklı o son nebiyi Allah Teala`nın, huzuruna çıkararak gerçek nimetlerle onu muştulaması en güzel iltifat olmuştur. e. Mirac namazdır; Kulların mirac eylemesi ancak namaz ile mümkün olabilir. Namazla insan dünyadan, ukbaya açılabilir. Süfli duygulardan arınarak ulvî duygulara çıkabilir. Bu yüzden ümmetin miracı namaz olmuştur. Bundan dolayı namaz mirac esnasında farz kılınmıştır. Zira namaz da bir yükseliştir. f. Mirac hicrettir; Mekke`nin dışında da dünya vardır. Gidilecek görülecek mesajı ulaştıracak başka mekan ve insanlar da vardır. Allah Teala bu seyahatle Resûlüne yeni yerler öğretmiştir. Kudüs ve Mescid-i Aksa Müslümanlar için kutsal bir mekan haline gelmiş, Medine`ye hicretin yolu daha iyi açılmıştır. g. Mirac keşiftir: İnsanın gücünü, evrenin büyüklüğünü, Allah`ın gücünü keşiftir. Ay, güneş, yıldızlar ve gezegenler, yedi kat sema keşifler beklemektedir. Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed`e bu kapılar açılmış yerde ve gökte olanlar gösterilmiş, hatta cennet ve cehennem tanıtılmıştır. Kainatı ve onun gizemlerini keşfeden Allah Resûlü, Allah Teala`nın sonsuz gücünü bir daha aynelyakîn idrak etmiştir. Son derece mutmain olarak bu yolculuktan dönmüştür. h. Mirac hedeftir; Peygamberlerin mucizeleri ümmetleri için adeta birer hedef niteliğindedir. Nuh (a.s.) karada gemi yapması, İbrahim (a.s.) ateşte yanmaması, Musa(a.s.) kızıl denizi yarması, Süleyman(a.s)`ın Belkıs`ın tahtını bir anda Yemenden Kudus`e getirtmesi, İsa(a.s.) hastaları iyileştirmeleri ve ölüleri diriltmesi insanlığın önünde bir hedef olmuştur. Bugün bunların bir çoğu yapılmakta veya yapılmaya çalışılmaktadır. Allah Resûlü`nün bir anda göklere çıkması da ümmete gösterilmiş bir hedef olabilir. [1] İsrâ 17; 1. [2] Necm 53; 1-18.Doç. Dr. Mustafa KARATAŞ 

Devamını Oku...

Din Ve Çevre


HZ. PEYGAMBER’İN ŞEHİRLEŞME VE YERLEŞİM KONUSUNDA ÇEVRE BİLİNCİNİ GELİŞTİRMEYE YÖNELİK ÇABALARIÖZETHz. Peygamber, Medine’deki yerleşimin düzenli ve dengeli olmasına özen gösteriyordu. Belirli alanlarda nüfusun yoğunlaşıp bazı yerlerin ise tamamen boş kalmasını istemiyordu. Câmi merkezli planladığı şehirde boş kalması gereken yerlerin iskâna açılmasını da hoş karşılamıyordu. Bu tutum İslam şehirciliğinin ve günümüzde her geçen gün daha da artan çevreciliğinin ilk ciddi örneğini teşkil etmektedir. Hz. Peygamber’in Medine ile ilgili düzenlemeleri bunlardan ibaret değildi. O su kaynaklarının korunmasından, ziraat alanlarının zayi olmamasına, bazı bölgelerin ağaçlandırılmasından, evlerin yerleşim planı ve mimari görünümüne, yolların genişliğinden çarşı ve pazarlara kadar birçok alanda düzenlemelere katkıda bulunmuştur.Anahtar Kelimeler: Hz. Peygamber, çevre, şehirleşme, yerleşim, câmi, çarşıSUMMARYThe Prophet (p.u.h.) was caring the settlement of Madinah ordered and well balanced. He did not want population was concentrated in a specific region, while the other areas were empty. He planned a mosque-centered city, and did not approve to open up free areas for settlement. This attitude can be seen the beginning of an Islamic city planning, and an example for the modern environmental approaches increasingly growing at the present day. The environmental planning of Madinah by Muhammed (p.u.h.) does not consist of these. He also conducted many other arrangements, such as protection of water resources, conservation of agricultural areas, plantation of some regions, architectural and environmental planning for housing, widening the roads, and establishing market places.Key Words: The Prophet, environment, urbanization, settlement, mosque, market.GİRİŞAllah’ın Elçisi Hz. Muhammed (a.s.), tabiatın henüz hoyratça kullanılmadığı, ormanların katledilmediği, havanın ve suyun kirletilmediği aksine denizlerin, göllerin ve ırmakların saf, berrak ve temiz kaldığı bir coğrafya ve zaman diliminde yaşamasına karşın, çevre konusunda ortaya koyduğu duyarlılık nedeniyle son derece üzerinde durulması gereken bir şahsiyettir. Miladi yedinci asırda Mekke ve Medine şehir merkezlerinin ve civarının yeniden harem bölgesi ilan edilmesi ve sınırlarının çizilmesi, çevre bilincinin geliştirilmesi açısından çok erken dönem olması bakımından anlamlıdır. Söz konusu yasak bölgede bir anlamda kamuya ait sayılabilecek kendiliğinden yetişmiş ağaçların kesilmemesi, hayvanların avlanmaması, her türlü kan dökülmesinin yasaklanması, belli kişilerin bu bölgeye girmesine müsaade edilmemesi gibi tedbirler bugün de geçerliliğini hala sürdüren ilkelerdir. Hz. Peygamber’in çevrenin korunması konusunda ortaya koyduğu çabaları, çevrenin korunması bakımından alınan önlemler ve çevre bilincini geliştiren söylem ve eylemler olmak üzere iki ana başlıkta toplamak mümkündür. Harem bölgesinde uyulması gereken ve ihramlı insanların ihram esnasında dikkat edeceği kurallar, hayvanların avlanması sırasında uyulması gereken avcılık kaideleri, her alanda israf ve savurganlığın yasaklanması, çevrenin korunmasına yönelik alınmış en etkili kurallardan bazılarıdır.Allah’ın Elçisi’nin, mezarların üzerine fidan dikmesi, kıyametin kopacağı bilinse dahi eldeki bir ağacı dikmekten vazgeçilmemesini, dikilen bir ağaçtan insanların, hayvanların hatta kuşların meyvesinden ve gölgesinden istifade ettiği sürece sevap alacağını beyan etmesi, savaş esnasında bile, ağaçlara, ormanlara, hayvanlara dokunulmaması, mezarlıkların ağaçlandırılmasını teşvik etmesi, Medine’nin ekinleri ve mahsulünün bereketi için dua etmesi, suyun paylaşımı ve su dağıtımı konusunda aldığı önlem ve yaptığı tavsiyeler, bazı kuyu ve ırmakların sularını övmesi, zemzem suyuna ayrı bir önem atfetmesi, hastalıklara karşı toplum olarak uyulması gereken kuralları ve alınması gereken önlemleri bildirmesi ve diğer nimetlerin israf edilmemesini ifade etmesi vs. çevre bilinci açısından çağımız insanlarına ışık tutacak eylem ve söylemlerdir.Allah Resûlü’nün, cemaatleşmeye ve dolayısıyla da toplum halinde yaşamaya çok büyük önem atfettiğini gerek sözlerinden gerekse yaşantısından anlıyoruz. O bedevi kalmayı değil şehirleşmeyi yani medeni olmayı teşvik etmiştir. Ancak toplum halinde yaşanabilecek bir din tebliğ etmiştir. Medine’ye geldiğinde on bin civarında olan şehir nüfusu onun tavsiye ve teşvikleri doğrultusunda ve şehir hayatını yaşanabilir düzeye çıkaran çalışmaları neticesinde on sene gibi kısa bir zaman diliminde, o günün şartlarına göre büyük sayılabilecek kırk elli binlere varan bir şehir haline getirmiştir. Hz. Peygamber bu nüfus artışı ve büyüme karşısında, Medine’nin, su, ulaşım, yerleşim, ekonomik ve idari ihtiyaçlarını da düşünmüş, sorunlar büyümeden tedbir alma yoluna gitmiştir. Öncelikle Medine’nin ekolojik dengesinin korunması bakımından Mekke gibi Harem sınırlarının oluşturulması, şehirleşme ve yerleşim konusunda insanlara müdahale edilmesi, binaların inşasında bir onay merciinin oluşması o gün için gerçekten çok önemli çevre bilinci ile alakalı hususlardır. Allah Resûlü’nün Medine için tayin ettiği harem sınırları, bugün itibariyle sit alanları diyebileceğimiz, hatta bundan da öte yasak ve koruma bölgelerinin oluşturulmasına zemin hazırlamıştır.Hz. Peygamberin Medine ve civarında belli mekanları övmesi, o gün için bir anlamda yerleşim alanları oluşturulacak bölgelerin tayini demektir. Kuba Mescidi’nin ve orayı ziyaret etmenin övülmesi, Uhud Dağı’nın övülmesi bu anlamda üzerinde düşünülmesi gereken hususlardır. Bir kısım insanlara kendi bölgelerinde kalmalarını tavsiye etmesi, güvenlik ve tedbir açısından olduğu kadar, sadece belli bölgelerde toplanılmasına ve nüfusun oralarda yoğunlaşmasının önüne geçilmesi bakımından da üzerinde durulması gereken bir konudur. Hz. Peygamberin, Medine ve diğer şehirler konusunda çevre bilincini geliştiren, şehirleşmeyi teşvik eden, yerleşimin tek bir elden müsaade edildiği ölçütlerde oluşmasını sağlayan, şartlar ve ihtiyaçlar doğrultusunda çeşitli bina ve kurumların ihdas ve inşasına zemin hazırlayan, israf ve savurganlıktan uzak, hakkaniyet, eşitlik ilkeleri doğrultusunda insanların ve diğer canlıların rahat edebileceği bir çevreyi oluşturan söylem ve eylemlerini genel olarak Medine eksenli şehirleşme ve yerleşim olmak üzere iki ana konu etrafında incelemek gerekmektedir.I. ŞEHİRLEŞMEAllah Resûlü, şehirleşmeyi, dolayısıyla medenileşmeyi teşvik etmiş, bedevi kalmayı tasvip etmemiştir. O her vesile ile özellikle Medine şehrinin her bakımdan gelişmesi ve tam bir şehir haline gelmesi için her türlü tedbiri almış, insanları bu yönde teşvik etmiştir. İlk Emri “oku” olan ve bilenlerle bilmeyenleri bir tutmayan, güzel ahlakın tamamının öğretileceği bir toplum inşası için elbette güzel ve kâmil bir çevreye ihtiyaç bulunmakta idi. Çorak bir araziden mahsul alınamayacağı gibi, şartlar ve çevre hazırlanmadan büyük insanlar yetiştirmek ve büyük işler başarmak da mümkün olmayacaktır. Bu nedenle Resûlullah, ashabını her bakımdan eğitiyor, insanlara yol gösterecek bir kandil mesabesinde onların yetişmesi için uğraşıyordu. Onun bu çabaları çok kısa bir zamanda meyvesini vermiş, gerçekten madden ve manen kurumuş bir bölgeyi, büyük bir medeniyetin beşiği haline getirmişti.Hz. Peygamber’in hicretiyle birlikte Medinetü’r-Resûl olarak isim alan Yesrib, hicretten önce küçük bir kasaba konumunda iken daha sonra büyük bir şehir olmuştur. Bugün dahi pek çok kasabada bulunmayan kurum ve meslekleriyle dikkat çekecek bir boyuta erişmiştir. Hz. Peygamber’in vefat ettiği sıralarda nüfusunun kırk-elli bin civarında olduğu düşünülürse, o dönem için Medine şehrinin bölgedeki diğer şehirlere olan farkı daha iyi anlaşılacaktır. Bu nedenle de olsa gerek, batılı yazar ve araştırmacılar tarafından dahi İslâm’ın şehirli bir din olduğu kabul edilmektedir. A. ASR-I SAADET’TE MEDİNE1. Fiziki Yapı Hz. Peygamber Yesrib’e hicret ettiği zaman buranın mahalle sayısı Mekke’den daha azdı. Arap ve Yahudi kabileleri kendilerine ait mahallerde yaşıyorlardı. Evlerin birbirine bitişik ve paralel olarak sıralandığı, Resûl-i Ekrem’in şehre girerken geçmiş olduğu güzergâhın tasvirinden anlaşılmaktadır. Ayrıca şehrin üç tarafı bahçeler ve bunları birbirinden ayıran çit ve alçak duvarlarla çevrilmişti. Bunlar arasında uzanan yollar çok dardı. Hz. Peygamber Medine’ ye geldiğinde şehirde Yahudilerin daha çok oturduğu taştan, üç katlı sayıları altmışa kadar çıkan ve kale olarak kullanılabilecek büyüklükte evler vardı. Resulullah(a.s.), şehrin fiziki yapısında önemli bir yeri bulunan bu yapıların korunmasını istemiş ve hicretten sonra bunlara yenileri eklenmiştir.Medine hicret esnasında tam anlamıyla şehirleşmemiş, tarıma dayalı bir ekonomik yapıya sahipti. Bundan dolayı kentleşme teşvik edilmiş ve şehrin İslamlaşması ile medenileşmesi arasında paralellik kurulmak istenmiştir. Bu bağlamda idare ve savunma, ekonomi ve pazar, dini hayat gibi medeni hayatın en önemli üç fonksiyonu sırasıyla düzenlendi; şehir planı Mescid-i Nebevî merkez olmak üzere geliştirildi ve bazı yapılar korundu. Gerçekleştirilen yeni yerleşim düzenin de mahallerin sayısı artarken bazı kenar semtler ve şehrin bir parçası haline getirildi. Fetihlerle birlikte gelirlerin artması üzerine geniş ve güzel evler, konak tarzı yapılar inşa edilmeye başlandı. Emevîler döneminde Akik vadisi, yapılan köşklerle Medine şehrinin en müstesna semtlerinden biri haline geldi. Mescid-i Nebevi bir ibadethane işlevinin yanında daha sonraki devirlerde ortaya çıkacak olan bir çok sosyal kurumu bünyesinde barındıran ve külliyle adı verilen geleneğin de çekirdeğini teşkil etti. Harem-i Şerif’in Hz. Ömer, Hz. Osman, I. Velîd, Mehdî- Billâh ve Sultan Kayıtbay tarafından genişletilmesi ve çevresinin düzenlenmesi, şehrin fiziki yapısında önemli değişikliklere sebep oldu. Su şebekesi kamu ve çevre sağlığı ile şehir içi ulaşımın sağlanması alanında sürekli tedbirler alınarak...

Devamını Oku...

Fazlur Rahman And The Concept Of “Living Sunna”


ÖZET Fazlur Rahman, Sünneti ikiye ayırmaktadır: birincisi “Mutlak Sünnet” ya da “Nebevî Sünnet”, ikincisi, “Yaşayan Sünnet”tir. “Nebevî Sünnet” bizzat Peygamberimizin davranışlarıdır. Bir başka değerlendirmesinde de Sünneti, “İdeal Sünnet” ve “Yaşayan Sünnet” şeklinde ikiye ayırmıştır. İdeal Sünnet, bizzat Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarının kendisi, Yaşayan Sünnet ise, İşlâm toplumunun İdeal Sünnet çerçevesinde uygulama alanına çıkardığı Sünnettir.Hadis, Sünnet malzemesini, Sünnet ise bu malzemeden tefekkür yoluyla çıkarılan çözüm yollarını ifade etmektedir. Bu anlamda Sünnet, hadis malzemesinden akıl yoluyla pratik normlar çıkarılmasıdır. Hem yaşayan (fiilî) Sünnet, hem de sayıca çok az olan rivayet (hadis) vasıtasıyla Hz. Peygamber’den nakledilen hususların şahsî yorumlarından üçüncü bir Sünnet anlamı ortaya çıktı ki, bu da Sünnetin içerik bakımından anlamıdır.Anahtar Kelimeler: Hadis, Sünnet, Nebevi Sünnet, Yaşayan Sünnet, İçtihat AbstractFazlurrahman classifies sunna in two categories. The former is “Mutlak sunna” or “Nabawi sunna”, the latter is the “living sunna”. Nabawi sunna is the behaviors (or actions) of our prophet himself. In the other evaluations of him, he classifies sunna as “ideal sunna” and “living sunna”. Ideal sunna is the words and behaviors of the holy prophet itself; Living sunna is the sunna that the community of Islam put into practice within the frame of the ideal sunna. Hadith means the material of sunna and sunna means the solution ways derived from this material through tafakkur. In this context, sunna is the act of deriving practical norms from the hadith material with mind. There appeared a third concept of hadith from both living sunna and the individual comments of the matters reported from the holy prophet, by means of the narrations little in quantity, which forms the meaning of sunna in terms of content. Key Words: Hadith, Sunna, Nabawi Sunna, living Sunna, ijtihat1. INTRODUCTIONEven though, terms like “sunna”, “Hadith” “Sunna of Rasoolullah” , “Nabawi sunna”, “fiili sunna”, “tagreeri sunna”, “sunna of the companions”, “qavli sunna” have already existed in the terminology of the hadith, no distinction like, “Nabawi sunna” and “living sunna” have been noticed up to now. However, it is noticed that Schact, of the orientalists, used the term “living sunna” pointing out this distinction for the first time. Among the muslim scholars, Fazlurrahman (1988) put forward the terms “Nabawi sunna” and “living sunna” similar to this classification, contrary to traditional one.The word sunna means the path followed, be it a praised or a denigrated one. In the terminology of the muhaddith, it means the behaviors of the holy prophet performed by him as words actions, taqreers and attributes about nature and ethics. According to the scholars of the fiqh, sunna is everything that must be followed in religious matters, which were performed by the holy prophet, except for the fard and wajib actions. According to definition of the scholars of Usul, it is the words, actions and taqreers of the holy prophet which becomes evidence for a religious matter apart from the Quran. By more general terms, sunna is all actions that Rasool of Allah practiced to be a model for his umma and all other behaviors to follow as an example for understanding and practicing the religion. Fazlurrahman, literally, defines sunna as “violated way” and according to terminology, he defines it as the practice which comes out as a result of a process, in which qural narrations gradually alters in to practice and which generally appears as “taqreer and living sunna” the resembles sunna to a river bed which assimilates new elements all the time. This definition of him very much resembles to Schacht’s. To Schact, sunna is the living tradition which the previous schools of fiqh defined before. This living sunna is either the “tradition” or the “amel (practice) which people agreed on” (amel, al-amr al mujtama alaih). This concept has nothing to do with the life style of the prophet. On the other hand, Fazlurrahman classifies sunna in two categories. The former is “Mutlak sunna” or “Nabawi sunna”, the latter is the “living sunna”. Nabawi sunna is the behaviors (or actions) of prophet himself. In the another evaluations of him, he classifies sunna as “ideal sunna” and “living sunna”. Ideal sunna is the words and behaviors of the holy prophet itself; Living sunna is the sunna that the community of Islam put into practice within the frame of the ideal sunna. 2. NABAWI SUNNA Fazlurrahman regards Nabawi sunna an umbrella form, which does not contain a specific content. According to him, even if there is not a specific practice of the prophet about a certain matter, it is still possible to talk about sunna to the prophet. When “Nabawi sunna” is handled an evaluated in creative way, in accordance with the living sunna of the community to meet the latest factors and effects, which the community of Islam faces, there are solid principles available for us in the history about the early periods of the community. Contrary to the claims of some orientalists like Margoliout (1940), Lammens (1937) and Schacht that the term “Sunna of the prophet” was put forward by the muslims coming afterwards, Fazlurrahman claims it to have existed in the very early period and utters there words about this matter:The term “Sunna of the prophet” has always been an effective and valid term since the beginning and it became so later on. The content of the sunna, left by the holy prophet was not rich quantity and it did not convey a definite, specific meaning. After the period of the holy prophet, the term sunna did not only contain the sunna of the prophet itself, but also contained the comments of the Nabawi sunna. Sunna with this last meaning is, basically, a continuation of ijma of the umma, which has been in a process of improvement all the time, and a term including ijma as well. After the comprehensive movement of hadith, the organic link between sunna, ijtihad and ijma have disappeared. For one thing, there are plenty of narrations, which prove that the content of the nebewi sunna is a historical one. For example, ibadahs (worships) like salah, zekat, fasting and hajj, with their applications in details, are so nabawi that only the dishonest and crazy people can deny it. On the other hand, Fazlurrahman regards it totally meaningless to consider the holy prophet as a tape. According to him, that it is informed in the book of Ebu Yusuf “Kitabu’l-haraj” that Umar commanded the Holy Prophet’s sunnas to be taught is something about the strength of Nabawi Sunna. 3. LIVING SUNNA According to Fazlurrahman, hadith means the material of sunna and sunna means the solution ways derived from this material through tafakkur. In this context, sunna is the act of deriving practical norms from the hadith material with mind. There appeared a third concept of hadith from both living sunna and the individual comments of the matters reported from the holy prophet, by means of the narrations little in quantity, which forms the meaning of sunna in terms of content. The examples below prove this fact.Abdurrahman b. Mehdi (813) is said to have reported that Sufyan Sevri was not an authority in the field of sunna but in hadith. The opposite was true for Evzai (774). Imam Malik (795), perfectly combined these two features at himself. Ebu Davud (888) says “There are five sunnas in this hadith. That is to say, five matters showing the quality of the rules about practice (amal) can be extracted from this hadith. From the utterances of Imam Malik like “This is the sunna we have”, “… But the sunna we have is this” or “This is the frequent practice of us (amr or amal)” or “The practice on which we made agreement (amr al mujtama alaih) is that” or “The settled sunna is this”, Fazlurrahman infers that the practice in Madina was evaluated as Sunna. According to Fazlurrahman, the sunna which the activities that occurred in the period described as the golden era of the studies of hadith, targeted to abolish is this second one (movement of hadith). The movement of hadith had many harms. First of all, it made the Islamic way of thinking dull, by sabotaging the movements of ijtihad. Because the muhaddiths would use the hadith in its general meaning and would not comment on it. However, human behaviors can never be same type, even though they became similar to each other. Fazlurrahman, by feeling the comments of Imam Malik and Imam Ebu Hanife close to himself, criticizes Imam Shafi who puts hadith instead of ijtihad principle since it hinders new comments and he utters these words about this issue.It is Shafi who put hadith in place of living sunna as a principle of ijtihad. By general means, it is the living tradition of the schools of law, which relies on the ijtihad to a great extent has arisen as the first. In the second pharase, it is left to the protection of the companions. Towards the mids af second century of the muslim calendar, the hadi...

Devamını Oku...

Çağdaş Yazar Muhammed Gazali'nin Hadis Ve Sünnete ...


Hükümlerin asıl kaynağı Kur’ân ve sünnettir. Kitapta ihtilaf yoktur fakat sünnetin tevatur yoluyla gelen ve şöhret derecesine ulaşmış olanı geçerlidir. Sünnet, Kur’ân’i neshedemez. Sünnetsiz fıkıh, fıkıhsiz sünnet olamaz. Bir hadisle amel etmeyi terk etmek, hadisi inkar etmek anlamına gelmez; amel etmediğimiz bir hadisi de pekâlâ kabul edebiliriz. Kur’ân a yönelmeli ve ona öncelik vermeliyiz. Kur’ân-i Kerîm’i az, hadisleri çok okumayı dengesiz beslenmeye benzetebiliriz. Akıl ve nakil ile sabit olan dinin gerçeklerine, senedi zayıf olan ya da metni illetli olan hadisler istikamet veremez. İşlâm’i insanlığa katiksiz olarak semavî bir mesaj halinde sunmalıyız.Anahtar Kelimeler: Kur’ân, Sünnet, Hadis, Fıkıh, Anlayış, Şahîh HadisSUMMARYCONTEMPORARY WRİTER MUHAMMAD GAZALİAND HİS OPİNİONS ON THE HADİTH AND SUNNAThe Qur’an and Sunna are the main references of religious regülations. There iş no dispute on the Qur’an. However, Sunna iş acceptable on condation that it must be başed upon the widespread relating (tewatur) and has the değree of famous hadith (meşhur). The rules of the Qur’an aren’t been ınvalid by the Sunna. Also Fiqh cannot considered without Sunna and Sunna without Fiqh. İt doesn’t mean to deny a hadith, when we abandon the living according to it aş it iş possible to accept a hadith without using ıt ın our daily life. We must, first of all, observe the Qur’an ın our life and accept it aş a primiry source. If we read the Qur’an rarely and the hadith exteremely, it looks like malnutrition. The hadiths which have uncertain isnads and of which texts have some problems don’t guide toward the thruths of religion başed on wisdom and revelation. We must present İslam to mankind aş pürely divine and celestial message.Key Words: Quran, Sunna, Hadith, Fiqh, Understanding, Authentic Hadith*** GİRİŞMuhammed Gazâlî, son dönemde yetişmiş önemli bir ilim ve fikir adamıdır. Hayatı boyunca düşüncelerini ifade etmekle kalmamış, bu uğurda çeşitli girişimlerde bulunarak, etkileyici bir portre çizmiştir. Bu nedenle çağdaş bir yazar olduğu kadar davetçi kimliği ile de dikkat çekmektedir. Gazâlî’ye göre İşlâm’in temel kaynaklarına yaklaşım ve İşlâmî ilimler sahasında yazılmış eserlere giren bir takım yanlış rivâyet ve görüşler, müslümanların bugün içinde bulunduğu durumla yakından alakalıdır. Bu bağlamda ona göre hadisler ve sünnet yeniden gözden geçirilmeli ve uzaklaştırılmış olduğu orijinal şekline tekrar döndürülmelidir.Gazâlî, ihyacı kimliğinin tezahürü olarak nitelenebilecek düşüncelerini her fırsatta seslendirmiş ve hayatını bu yola vakfetmiştir. Özellikle eş-sünnetu’n-Nebeviyye Beyne Ehl-i Fikh ve’l-hadis adlı eseri, hadis ve sünnet alanında son zamanlarda tartışılan konuların yeniden alevlenmesinde ve akış bulmasında büyük rol oynamıştır. Bu yüzden Gazâlî’nin söz konusu eserinin yanısıra, hadis sahasındaki görüşlerinin de bilinmesi ve objektif olarak ortaya konulması önemlidir.A. HAYATI VE ESERLERİ1. Hayatı22 Eylül 1917 yılında Mısır’ın Buhayra şehrine bağlı bir köyde doğan Gazâlî, çocuk yaşta Kur’ân’i ezberledi ve kendisini dinî ilimlere verdi. İlk tahsilini İskenderiye Dini İlimler Enstitüsü’nde tamamladıktan sonra, 1937’de Ezher Üniversitesi Üsûluddîn Fakültesine kaydoldu ve 1941 yılında buradan mezun oldu. 1943 yılında Kahire’de Atabe Camii imam ve hatipliğini üstlendi. Muhammed Gazâlî, Hasan el-Bennâ ile birlikte çeşitli faaliyetlerde bulunarak İhvân-i Müslimîn Teşkilatı’nın kurucuları arasında yer aldı. Gerek Ezher Camii’nde gerekse Mısır’ın büyük camilerinde yıllarca verdiği vaaz ve hutbelerinde Hasan el-Bennâ’dan sonra başta Hasan el-Hudeybî olmak üzere ihvanın önde gelen kadrosuyla fikir ayrılığına düşünce 1953 yılında teşkilattan ayrıldı ve ömrünün sonuna kadar bir daha hiçbir cemaatle organik bir ilişkiye geçmedi.Mısır Vakıflar Bakanlığı’na bağlı olarak Ezher Camii vâizi ve bütün camilerden sorumlu müsteşar denebilecek düzeyde görevlerde bulundu. 1977 yılında Mekke Ummu’l-Kurâ Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak çalıştı. Daha sonra Katar Üniversitesi öğretim üyeliği ve Cezayir Emir Abdülkadir Üniversitesi ilim heyeti başkanlığı görevlerini yürüttü. 1989 yılında bu görevinden ayrıldı. Son yıllarda Amerika’da faaliyet gösteren Uluslararası İşlâm Düşüncesi Enstitüsü’nün Kahire Bilim Kurulu Başkanlığı’nı yaptı.Düşüncesinin ana eksenine Kur’ân ve sünneti oturtarak İşlâm’i tebliğ etmeyi kendisine görev edinen Gazâlî, başta İşlâm dünyası olmak üzere dünyanın birçok ülkesini gezdi, Afgan işgâlinden Bosna-Hersek olaylarına ve Arap-İsrail savaşlarına kadar hemen her konuda yazılar yazdı, konferanslar verdi ve ilmî faaliyetlerde bulundu. Müslümanların bireysel ve toplumsal sorunlarını gerek hutbelerinde gerekse eserleri ve konferansları aracılığıyla gündeme taşıdı.Son dönemlerinde haftalık neşredilen Seyyidetî dergisinde de davetçi kimliğiyle yazılar yazdı. İşlâm davetinin hemen her alanında eser veren Gazâlî’nin bugüne kadar altmışa yakın eseri yayımlandı. Bunlardan bir kısmı ise, değişik dillere tercüme edildi.Muhammed Gazâlî 9 Mart 1996 yılında Riyad’da katıldığı bir konferans esnasında rahatsızlanarak vefat etti ve Medine’de Bakî mezarlığına defnedildi.2. EserleriÇok sayıda yayımlanmış eseri bulunan Muhammed Gazâlî’nin “Fikhu’s-Sîre” adli eseri Türkçe’ye çevrilmiş olup Rîsâle Yayınları tarafından neşredilmiştir. Yine “Huluku’l-Müslim” adli eseri de Müslümanın Ahlaki adıyla Ribat yayınlarından, “eş-Sünnetu’n-Nebeviyye Beyne Ehli’l-Fikh ve Ehli’l-Hadîs” adli eseri ise, İslamî Araştırmalar tarafından Fakihlere ve Muhaddişlere Göre Nebevî Sünnet adıyla neşredilmiştir. Ayrıca “el-Cânibi’l-Âtifî mine’l-İşlâm” adli eser, İşlâm’in Manevî Boyutu adıyla; “Keyfe Nefhemu’l-İşlâm” isimli eseri, İşlâm’i Nasıl Anlamalıyız adıyla ve “Turâşuna’l-Fikrî fî Mîzâni’s-Şer’i ve’l-Akl” isimli eseri de, Düşünce Mirâsimiz adı altında ve “et-Tefsîrü’l-Mevdûî li’l-Kur’âni’l-Kerîm” isimli eseri Kur’ân-i Kerîm’in Konulu Tefsiri adıyla Sûrâ Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılmış bulunmaktadır. “et-Tefsîrü’l-Mevdûî li’l-Kur’âni’l-Kerîm” Gazâlî’nin en son çalışmasıdır. Ayrıca Muhammed Gazâlî ile Ömer Ubeyd Hasene arasındaki tartışmalı ilmi toplantı “Keyfe nete’âmel meâ’l-Kur’ân” adında derlenmiş ve Emrullah İşler tarafından yapılan Türkçe çevirisi Kur’ân’i Anlamada Yöntem adıyla Şule Yayınları tarafından neşredilmiştir. Gazâlî’nin eserlerinden bazılarının isimleri aşağıda zikredilmektedir. Tespit edebildiklerimizin baskı yeri, tarihi ve sayfa adedi de belirtilmiştir.1) Fikhu’s-Sîre, Dimask, Darü'l-Kalem, 1989, 478 sayfa.2) Maallah Dirâsât fi’d-Da’veti’d-Duât3) Huluku’l-Müslim, Darü'l-Kutubi'l-İslamiyye, 1989, 230 sayfa.4) Akîdetu’l-Müslim nsr. Abdullah b. İbrahim Ensari, Doha, İdaretu İhyai't-Turası'l-İslam, 1983, 275 sayfa.5) Keyfe Nefhemu’l-İşlâm6) Teemmülât fi’d-Dîn ve’l-Hayât7) Nazarât fi’l-Kur’ân8) İslam ve’l-İstibdâdu’s-Siyâsî9) Leyse Mine’l-İşlâm10) Ceddid Hayatek11) el-İşti’mârü Ahkâd ve Atmâ12) et-Taassub ve’t-tesâmüh beyne’l-Mesîhiyyeti ve’l-İşlâm, Darü'l-Kutubi'l-Arabiyye, [t.y.] 239 sayfa.13) Ma’reketu’l-Mushâf fi’l-Âlemi’l-İşlâmî14) el-İşlâm ve’t-Tâkâtu’l-Muattale15) Hukûku’l-İnşân Beyne Teâlîmi’l-İşlâm ve İ’lâni’l-Umemi’l-Müttehide16) Hâza Dînunâ, Doha, İdaretu İhyai't-Turası'l-Kadim, 1983, 282 sayfa.17) eş-Sünnetu’n-Nebeviyye Beyne Ehli’l-Fikh ve Ehli’l-Hadîs, Kahire, Darü's-Sürük, 1984, 160 sayfa.18) Turâşuna’l-Fikrî fî Mîzâni’s-Şer’ ve’l-Akl, Beyrut, Darü's-Sürük, 1991, 202 sayfa.19) Difâ' ani'l-Akîde v...

Devamını Oku...

Hz. Peygamberin Beden Dili


HZ. PEYGAMBER’İN BEDEN DİLİ ÖZET Beden dili üzerine yapılan çalışmalar, eğitim ve iletişim konusunda bu bilim dalının çok önemli bir yeri olduğunu göstermektedir. Diğer yandan Allah Resûlu’nun tebliğ ve beyan vazifesini ifa ettiği esnada, insanlarla iletişim kurmadaki becerisi, etkileyici gücü ve karizması inkar edilemez. Bu makalede önce beden dilinin ne olduğu, önemi, türleri ve örnekleri ortaya konacak, daha sonra da sahih hadis kaynaklarından yararlanılarak Hz. Peygamber’in vücut dilinden örnekler tespit edilmeye çalışılacaktır. Böylece beden dili biliminin verileriyle Hz. Peygamber’in vücut dilini nasıl kullandığı mukayese edilmiş olacaktır. SUMMARY BODY LANGUAGE OF THE PROPHET MUHAMMAD The researches on body language show that thiş branch iş important ın the education and communication. İn the process of the calling people to the İslam, the Prophet Muhammad succeeded and ınfluenced them because of his using body language very well. İn thiş artıcle, İ will try to explain, firstly, what the body language iş and its importance, and sorts. After that, using the outhentic hadith sources, İ will introdüce some examples of the Prophet’s body language. İn thiş way, results of the science of body language and Prophet’s body language will be compared. GİRİŞ Yirminci yüzyılın sonlarına doğru yeni bir bilim dalının ortaya çıkışına tanık olunmuştur. Beden dili adı verilen bu bilim, sözel olmayan iletişim biçimleriyle ilgilenmekte ve canlılar üzerinde çeşitli gözlemler yaparak bu gizemli iletişim sırrını çözmeye çalışmaktadır. İnsan denen harika canlının, yer yer farklılıklar arz etse de, kendi türünün bir sonucu olarak bir takım ortak beden dili kullandığı tespit edilmiş ve bu dilin sözel dilden çok daha fazla etkili ve evrensel olduğu sonucuna varılmıştır. Diğer taraftan son dinin temsilcisi olarak gönderilen Hz. Muhammed, kısa sürede çevresindekiler üzerinde etkili olmuş ve henüz kendi devrinde ön binlerce insanın İşlâm dinine girmesini sağlamıştır. Hz. Peygamber, şüphesiz bir insan olmanın yanı sıra Allah’ın en son Peygamberidir. Onun, getirdiği dini insanlara tebliğ ve açıklamak gibi bir misyonu da vardır. Her alanda en güzel bir model olan Allah Resûlu’nun tebliğ ve beyan vazifesini ifa ettiği esnada, insanlarla iletişim kurmadaki becerisi şüphesiz önemlidir. On beş asır öncesinin şartlarında tek başına çıktığı bir davada çok kısa bir sürede on binleri etkileyen ve onlar üzerinde yaptırım gücü olan bir şahsiyetin iletişim becerileri ve bu arada beden dilini kullanımı, taktir edileceği gibi iletişim ve bu bilimin diğer dalları bakımından da araştırılması ve üzerinde çokça çalışılması gereken bir husus olmalıdır. Bir tebliğci sıfatıyla Peygamberin, iletişimde çok etkin bir mesaj olan beden dilini nasıl kullandığı bugün bizim için daha bir önem kazanmıştır. Bu nedenle bu makalede önce beden dilinin ne olduğu, önemi, türleri ve örnekleri ortaya konacak, daha sonra da Hz. Peygamber’in konuyla alakalı olan beden dilinden örnekler ele alınacaktır. A. Beden Dilinin Kapsamı ve Önemi Bugüne kadar yapılan araştırmalar, sözel olmayan bir milyon hareket ve işaret kaydetmişlerdir. Ortalama bir insanın bir gün içerisindeki sözcüklerle konuşma süresi toplam on bir dakika civarında olup, orta uzunlukta bir cümle 2,5 saniye sürmektedir. İnsanlar geri kalan sürede ise beden dilini kullanmaktadırlar. İnsanlar mutlu olduklarında gülümserler; üzgün ve kızgın hallerinde ise kaslarını çatarlar. Kafa sallama neredeyse evrensel olarak evet ve onay anlamına gelir; hayır ve reddetme anlamında kafayı ıkı yana sallama da evrensel bir davranış olup, bebeklikten itibaren kullanılır. Omuz silkme hareketi de karşısındakini onaylamadığı anlamına gelen evrensel bir beden dilidir. İletişimde karşılıklı olarak yüz yüze konuşmada sözel öğe %35 iken, sözel olmayan yolların oranı ise %65 olarak tespit edilmiştir. Bunun yanı sıra bir mesajın toplam etkisinin yaklaşık %7’sinin sözel (sadece sözcükler), %38’inin sesli (ses tonu, sesin yükselip alçalması ve diğer sesler) ve %55’inin de sözel olmayan öğelerden (beden dili) oluştuğu ifade edilmiştir. Ayrıca son dönemde yapılan araştırmalar beyne iletilen bilgilerin %87’sinin gözler, %9’unun kulaklar ve %4’unun de diğer duyular aracılığıyla iletildiğini göstermektedir. Daha açık bir ifadeyle gözlerimizle düşündüğümüzü söylemek de abartılı olmaz. Beden dili, şüphesiz sözel dilden çok daha etkindir. Örneğin hiç kimse hastahane koridorlarında “lütfen konuşmayınız!” yerine “sus!” işareti yapan hemşire resmini unutamaz. Söz dili genellikle düşüncelerin, beden dili ise duyguların tercümanı olmaktadır. Esasen tüm diğer diller gibi vücut dili de sözcükler, cümleler ve noktalama işaretlerinden oluşur. Bu nedenle hareket grupları tek tek değil, toptan değerlendirilmelidir. Kaldı ki biz farkında olmasak da beynimiz karşımızdaki kişinin beden dilini toptan değerlendirecektir. Hemen her insan beden dilini kullandığı halde neyi nasıl kullandığını kendisiyle ilgili gözlem yapmadan fark edememektedir. Genellikle başkalarına gönderdiğimiz görsel mesajları nesnel olarak bildiğimizi sanırız. Oysa görünüşümüzde önemli bulduğumuz şeyleri fark edemezken, nadiren farkına vardığımız yüz ifadeleri ile beden dili yorulmak bilmeden dış dünyaya hayatî sinyaller göndermektedir. Beden dilinizin sinyalleri sızıntı olarak adlandırılır; zira siz başka bir şey anlatmaya çalışıyorken, gerçek, görsel olarak bedeninizden sızar. Nitekim bir kimse ile konuşurken onun istediği bütün cevapları doğru bir biçimde verseniz, ancak bu arada durmadan ayaklarınızı sallamış ve saçlarınızla oynamış iseniz, beden diliniz sözlerinizi yalanlayacaktır. Fakat şurası da bir gerçektir ki, eğer insanlar sizden hoşlanıyorlarsa yanlış yaptığınız bir çok şeyi affederler. Aksine sizden hoşlanmıyorlarsa ne yaparsanız yapın faydası olmayacaktır. Aşırı derecede sıkılgan ya da kederli insanlar genellikle hoşa gitmezler. Sözel dille beden dilin uyumu ancak beden dilinin anlamı kavranarak sağlanabilir. Ne var ki, çoğu kimse kendi vücudunun hangi dili konuştuğunu fark edemez. Kişinin kendini tanıması, sadece kendi genel ve özel yeteneklerini ilgi ve ihtiyaçlarını, yeterlik ve yetersizliklerini bilmesi demek değildir. Başkalarının önü nasıl gördüğünü de bilerek kendisi hakkında realist bir benlik imajı geliştirmesi gereklidir. İcabında bu benlik imgesi çeşitli durumlar için bir benlik olacaktır ve bunların tamamı da birey için olağan kabul edilecek imgeler olacaktır. Bu suretle birey, çeşitli durumlarda herhangi bir uyum güçlüğüne uğramadan durumun gerektirdiği benlik imgesine göre uyumunu sağlayabilecektir. Örneğin, bir kimseye kollarını göğsünde kavuşturduğu zaman hangi kolunu üstten geçirdiği sorulsa, büyük bir olasılıkla bir müddet düşünecek ya da ancak kollarını kenetleyerek cevap verebilecektir. Şunu da belirtelim ki, kadınlar küçük ayrıntılar konusunda doğuştan gelen bir yetenek sayesinde erkeklerden daha hassastır. Kadın sezgileri sözel olmayan işaretleri yakalamak ve çözmek konusunda daha başarılıdır. Belki de onlar bu sayede bebekleriyle daha iyi iletişim kurmaktadırlar. B. Beden Dilinin Türleri Sözel olmayan ifadelerimiz, genel olarak jestler, mimikler ve duruş olarak üçe ayrılmaktadır. Eller ve kollarla yapılan hareket ya da işaretlere jest adı verilirken; kaş, göz ve yüz ifadeleri de mimik olarak adlandırılmaktadır. Diğer yandan kişinin yürümesi, ayakta durması, oturması, dönüşleri ve genel hatlarıyla zihnimizde canlandırdığımız silüeti de o kimsenin duruşu ya da tavrı olarak tanımlanmaktadır. 1. Jestler İşaret, duygu, taklit, aksiyon ve heyecan jestleri şeklinde çeşitli türleri olan jestin işaret jestleri de kendi içerisinde yer, durum, boyut, şekil, hareket ve sayı belirten işaret jestleri gibi kısımlara ayrılmaktadır. İnsanların bazan farkında olmadan kullandıkları bu işaretler iyi okunduğu zaman karşıdakini anlamak çok daha kolay olmaktadır. Bunlardan önemli görülenler aşağıda şu şekilde açıklanmaktadır. a. Eller: Elleri birbirine kenetlemek, kişinin olumsuz bir yaklaşımı dizginlemeye çalıştığını göstermiş olmaktadır. Kalabalık önünde konuşma yapan birinin başına gelebilecek en rahatsız edici şeylerden biri konuşması sırasında dinleyicilerin eliyle ağzını kapama durumudur. Ortam müsaitse “sorusu olan var mı?” veya “bir yorumu olan var mı?”, şeklinde sormakta yarar vardır. Bu durumda gizlenen itirazlar ortaya çıkmış ve o kişinin düşünceleri anlaşılmış olur. Ellerini ovuşturmak çoğunlukla insanların olumlu beklentilerini ilettikleri sözel olmayan yollardan biridir. Diğer taraftan bir bardağın veya kadehin tek bir elle tutulması kolay iken iki elle tutmak, bir tedirginliğin ifadesidir. Böylece kişi kendine bir koruma sağlamış olmaktadır. Bu bir çiçek veya el çantası da olabilir. Topluluk önünde saatiyle oynamak da kuşku ve tedirginlik sonucudur. Halbuki korkulması gereken tek şey korkunun kendisidir. Kişinin kendi eliyle ağzını kapaması ya da burnuna dokunması daha çok olumsuz duygular taşır. Hatta yalanını örtmek için yapılmış bir hareket de olabilir. Üst/ast ılışkisinde ellerin çatı şeklinde birleştirilmesi “Her şeyi ben bilirim” tavrını gösterir. Yöneticiler genellikle astlarına tavsiye veya talimat verirken bu hareketi kullanırlar. İşaret parmağı açık olarak eller çene ve yüze konmuşsa bir değerlendirme işaretidir. Ellerini indirdiklerinde değerlendirme sona ermiş demektir. Gözlüklü biri de bu durumda gözlüğünü çıkarır, bu hareket değerlendirmesinin bittiğini gösterir. Eller gözlerle beraber yukarı doğru kaldırılırsa yükseklik, avuçlar ve bakışlar yere doğru uzanarak derinlik belirtir. b. Avuçlar Avuç içi yüreğin üzerine bastırılarak sevgi ve heyecan anlatılır. Göğsün ortasına bastırılırsa inanmak, iman etmek duygularını belirtir. Bu ara baş da biraz eğilir. Avuç içleri birbirine yaklaştırılarak darlık; uzaklaştırılarak genişlik anlatılır. Avuç içi yatay ve yere dönük olursa düz olan bir şeyi; aşağı dönük ve hafifçe çukurlaştı...

Devamını Oku...

Sahabe Ve Hadis Rivayeti


İ C İ N D E K İ L E RA. RİVAYETLERİN ÇOĞALMASI KARŞISINDA DUYULAN ENDİŞELER Hadislerin Kur’ân-i Kerîm ile Karıştırılması 2Kur’ân-i Kerîm’in İhmâli 3Uydurma Rivayetlerin Ortaya Çıkışı 5Müjdeli Haberler Sebebiyle İnsanların Gevşemeleri 6Hz. Peygamber’e Yalan İsnat Etmek Korkusu 8 B. HADİS RİVAYETİNİN ARTMASINA KARŞI ALINAN ÖNLEMLERŞahit İstemek 10Yemin Teklif Etmek 11Râvilerin Hıfzını Kontrol Etmek 11Hatalı Rivayetlere Müdahale Etmek 12Az Hadis Rivayet Etmeye Özendirmek 13 BİBLİYOGRAFYA 16 HADİS RİVAYETİ KARŞISINDA ŞAHÂBENİN TUTUMUHz. Peygamber’in son derece önemli olan konumunu idrak eden şahâbîler, onun sözlerini en iyi şekilde tesbit edebilmek ve gelecek nesillere ıntıkalını sağlayabilmek amacıyla hadisleri hıfz ve kaydetme gayreti içerisine girmişlerdir. Bunun sonucu olarak özellikle bir kısım şahâbî bütün mesaisini hadis rivayetine ve hadis ilmine tahsis etmiştir. Ancak zamanla çoğalan hadis rivayeti birtakım olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. Hadislerin rivayeti sırasında yapılan yanlışlıklar ve Hz. Peygamber’in sözlerinin şahâbîler arasında farklı anlaşılması ve yorumlanması gibi sebeplerden dolayı birtakım fikir ayrılıkları ortaya çıkmış ve bazı sahabilerin rivayetlerine yer yer müdahalelerde bulunulmuştur. Ayrıca hadislerle aşırı şekilde meşgul olunmak suretiyle Kur’ân-i Kerîm’in ihmâl edilebileceği endişesi de gözönünde bulundurularak şahâbe devrinde hadis rivayetine karşı birdizi tedbir alınması yoluna gidilmiştir. Hadis rivayetine karşı alınan bu tedbirlere geçmeden önce, rivayetlerin artmasından duyulan endişelere değinmek gerekmektedir. A. RİVAYETLERİN ÇOĞALMASI KARŞISINDA DUYULAN ENDİŞELERHz. Peygamber döneminden itibaren artarak devam eden hadis rivayeti, İşlâm’in ilk devirlerinden beri sürekli bir endişe kaynağı olmuştur. Resûlullah’ın “Ey insanlar! benden çok hadîs rivayet etmekten sizi sakındırırım. Kim benimle ilgili bir söz naklederse ancak gerçeği söylesin. Kim de benim söylemediğim bir sözü bile bile bana isnat ederek söylerse cehennemde oturacağı yerine hazırlansın!” şeklindeki ve benzeri ikazları, çok hadis rivayetine karşı olanlar kadar, hadis rivayet edenleri de sürekli bir endişeye sevk etmiştir. Özellikle Hz. Ebû Bekir (o. 13/632) ve Hz. Ömer (o. 23/643) gibi şahâbenin ileri gelenleri, hadis rivayetinin çoğalmasından din ve toplum adına endişelenerek rahatsız olmuşlardır. Onlar bu endişe ve kaygılarını zaman zaman ifade etmişler ve bu yönde bir takım tedbirler alarak uygulamaya koymuşlardır. Sözkonusu bu endişeleri şu başlıklar altında sıralamak mümkündür. 1. Hadislerin Kur’ân-i Kerîm ile KarıştırılmasıYirmi üç yıla yakın bir zaman zarfında peyderpey inen Kur’an âyetlerinin vahiy kâtiplerine yazdırılarak ve şahâbeden bazılarına ezberletilerek çok sıkı tedbirlerle korunduğu bilinmektedir. Allah Resûlu, çeşitli levhalarda yazılı bulunan Kur’an âyetlerinin arasına yanlışlıkla da olsa herhangi bir sözün ilave edilmesini önlemek maksadıyla, şahâbîlerine Kur’an dışındaki kendi sözlerinin yazılmasını yasaklamıştır. Nitekim “Benden, Kur’ân’dan başka hiç bir şey yazmayınız. Şayet Kur’an’dan başka bir şey yazan varsa, onu imha etsin. Ancak yazmaksızın benden dilediğiniz gibi rivayet edebilirsiniz; bunda sakınca yoktur. Bir de her kim bile bile bana isnat ederek yalan uydurursa, cehennemdeki yerine hazırlansın!..” hadisi bu hususu doğrulamaktadır. Ancak çok özel de olsa bu yasağa rağmen Hz. Peygamber’in başta Abdullah b. Amr olmak üzere bazı şahâbîlere hadislerini yazma iznini verdiği de hatırlanmalıdır.Diğer taraftan Hz. Ebû Bekir’in, beş yüz kadar hadisi bir kitapta derlediği fakat bazı endişeler sebebiyle imha ettirdiği rivayet edilmektedir ki bu endişenin temel sebeplerinden biri de hadislerin Kur’an ile karıştırılma tehlikesidir. Esasen kağıdın ve yazı yazılabilecek diğer malzemelerin çok sınırlı olduğu ilk dönemlerde, henüz tamamlanmamış olan Kur’an’ın yanısıra başka bir sözün yazılmasına ve ezberlenmesine müsaade edilmemesi yadırganacak bir durum değildir. Kaldı ki böyle bir tehlikenin ortadan kalktığı dönemlerde hadislerin yazılmasına karşı çıkanlar dahi bu kanaatlerini değiştirmişlerdir. 2. Kur’ân-i Kerîm’in İhmâliArtan hadis rivayeti karşısında duyulan endişelerin sebebi sadece hadislerin Kur’ân’la karıştırılmasından ibaret değildir. Bu endişelerin birçok sebebi bulunmaktadır. Bunlardan biri de, insanların hadislere yönelerek Kur’an-ı ihmâl edebilecekleri düşüncesidir. Nitekim Hz. Ebû Bekir, Resûlullah’ın vefatından sonra insanları toplamış ve onlara şöyle nasihat etmiştir: “Siz Allah Resûlu’nden muhtelif şekillerde hadisler rivayet ediyorsunuz; sizden sonra insanlar ihtilafa düşerler. Resûlullah’tan bir şey rivayet etmeyiniz; size bir kimse sorarsa sizinle bizim aramızda Allah’ın Kitabı var deyiniz.”Diğer yandan Hz. Ömer’in Resûlullah’ın sünnetini önce bir kitapta toplamak isteyip daha sonra “Ben sünnetleri bir kitapta toplamak istemiştim. Fakat sizden önceki bir topluluk aklıma geldi ki onlar bir takım kitaplar yazdılar ve onunla meşgul oldular, Allah’ın kitabını terk ettiler. Allah’a yemin olsun ki ben hiç bir şeyi Allah’ın kitabının yerine koydurtmam” diyerek bu düşüncesinden vazgeçmesi, onun, hadisler sebebiyle Kur’an’ın geri plana itilmesi endişesi taşıdığını göstermektedir.Yine Hz. Ömer, Karaza b. K‘ab (o. 30/670) reisliğindeki bir heyeti Küfe’ye uğurlarken Medine’nin “Sırar” denilen mevkiine kadar yürümüş ve “Sizler şimdi öyle bir kavme gidiyorsunuz ki, onlar Kur’ân’i tencerenin fokurdaması ve arı vizildaması gibi okurlar. Sizi gördükleri zaman da “ashâb” diye el pençe divan dururlar. Aman ha! Allah Resulü’nden az hadis rivayet ediniz. Beni yanınızda biliniz.” şeklinde tenbih etmiştir.Diğer taraftan Abdullah b. Mes’ûd (o. 32/652) kendisine getirilen bir kitabı imhâ ettikten sonra, “Sizden öncekiler Allah’ın kitabını terk edip, başka kitaplara uydukları için helâk oldular” demiştir. Ayrıca Ebû Mûsâ el-Eş’arî’de (o. 51/671) İsrâîloğullarının yazdıkları kitaplara tâbi olup, Tevrat’ı terk ettiklerini ıfâde ederek söz konusu tehlikeye işaret etmiştir.3. Uydurma Rivayetlerin Ortaya Çıkışıİlk devirlerde halîfelerin fazîletlerine dair hadisler uydurulmaya başlanmış, daha sonra fırkaların fazîletlerini, siyasi mezhepleri ve dînî grupları destekleyen hadislerin uydurulduğu görülmüştür. Ayrıca ibadetlerin fazîletlerine, beldelerin üstünlüklerine, şahısların şereflerine, edeb ve zuhde, hatta bazı yiyecek ve içeceklerin fazîletine ait hadisler uydurulmuştur. İşlâm düşmanları da kasıtlı olarak hadis uydurma teşebbüsünde bulunmuşlardır. Uydurulan bu hadisler sebebiyle bid’at ve hurafeler daha da çoğalmış, müslümanlar arasında fitne ve tefrika oldukça artmıştır. Halbuki şahâbe zamanında Resûlullah’tan bizzat işitmiş oldukları hadisleri bile rivayet etmekten çekinen pek çok kimse bilinmektedir. Çünkü onlar Allah Resûlu’nun “Kim benim adıma bilerek yalan söz söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın” ve “Kişiye her duyduğunu söylemesi yalan olarak yeter” tehdidini çok iyi anlamışlardı. Fakat grup taassubu daha sonra pek çok siyasi ve dînî fırkaları ister istemez hadis uydurma faaliyetinin içine itmiştir. Bu sayılanlar ve başka birtakım sebeplerle ortaya çıkan uydurma rivayetlere engel olabilmek maksadıyla çok hadis rivayetine karşı teenni ile yaklaşma gereği duyulmuştur.Nitekim Zeyd b. Erkam’ın hadis dinlemek için etrafına toplananlara “Biz ihtiyarladık ve unuttuk; Resûlullah’tan hadis rivayet etmek güç bir iştir”, ayrıca İbn Abbas’ın “Biz önceleri hadis rivayet ediyorduk; o zamanlar onun üzerine yalan söylenmiyordu. Fakat ne yazık ki, halkın durumu değişti, biz de ondan rivayet etmeyi terk ettik” sözleri, uydurma rivayetlerin zuhuru ile birlikte bazı şahâbîlerin hadis rivayetinde daha ihtiyatlı davrandıklarını göstermektedir. 4. Müjdeli Haberler Sebebiyle İnsanların GevşemeleriHz. Peygamber, zaman zaman şahâbîlerden bazılarına mü’minlerin mutlaka cennete gireceklerine dair bilgiler vermiştir. Ancak gerek Hz. Peygamber’in kendisi, gerekse onun bazı arkadaşları, bir takım endişeler sebebiyle bu haberlerin her yerde söylenmesini isabetli bulmamışlardır. Bu endişelerden biri de insanların sözkonusu haberlere güvenerek kulluk vazifelerini ihmal etmeleridir. Nitekim Muâz b. Cebel’in (o. 18/639) rivayet ettiği şu hadis...

Devamını Oku...

Hadislerde Teravih Namazı


Teravih namazı, ülkemizde ve Müslümanların yaşadığı topraklarda en çok rağbet edilen ve hatta Ramazan orucu gibi bir yıl boyunca heyecanla beklenen bir ibadet olma özelliğini sürdürmektedir. Büyük bir aşkla ve manevi bir hazla kılınan bu namazın Hz. Peygamber ve sahabe dönemindeki uygulanış biçimini, konuyla ilgili hadisler ışığında ele almayı gerekli görüyoruz. AnlamıTeravih, Arapça “terviha” kelimesinin çoğuludur. “Terviha” işe sözlükte, bir defa istirahat etmek anlamındadır. Ramazan ayında kılınan teravih namazında iki ya da dört rekattan sonra cemaatin istirahati söz konusu olduğundan teravih denilmiştir. Ramazan ayına mahsus olan teravih namazı esasen bir gece namazıdır. Hadislerde, Ramazan namazı (Kıyam-ı Ramazan) olarak ifade edilen teravih namazı teriminin, İslam’ın ilk yıllarından beri kullanıldığı bilinmektedir. Fazileti ve HükmüKaynaklarda yer alan haberlere göre, teravih namazını hak olduğuna inanarak ve sevabını umarak, riya karıştırmadan Allah rızası için kılan kimsenin geçmiş günahlarının bağışlanacağı ve annesinden doğduğu gün gibi günahlarından arınmış olacağı bildirilmektedir. Buhârî (o.256/870), teravihin sevabıyla ilgili bu hadisi, “Nafile olarak teravih namazı kılmak imandandır” başlığı altında vermek suretiyle önem ve faziletine dikkat çekmektedir. Hz. Peygamber (a.ş.)’in, Ramazan orucunu Allah’ın farz kıldığını, kendisinin de Ramazan gecelerinde namaz kılmayı sünnet saydığını söylediği nakledilmektedir. Hadis kitaplarında genellikle oruç bahsinin ardından ve fıkıh kitaplarının bazılarında da nafile namaz konuları içerisinde ele alınan teravih namazı, âlimlerin çoğunluğunun kanaatine göre sünnet-i müekkede veya en azından müstehab ya da mendub kabul edilmektedir. Hanefi fıkıh âlimlerine göre, Ramazan gecelerinde cemaatin yatsı namazından sonra toplanarak beş terviha kılmaları (yirmi rekat) -ki, her terviha dört rekattır- ve ikişer rekatte bir selam vermeleri efdal kabul edilmiştir. Her dört rekattan sonra bir o kadar da oturulur. Teravih bitince yine bir ara verilir ve sonra imam, cemaate vitir namazı kıldırır. Vitir namazı sadece Ramazan ayında cemaatle kılınır.Teravihin vakti, yatsıdan imsak vaktine kadardır. Teravih namazını hatim ile kıldırmak, yani bütün ramazanda teravihlerde bir defa Kuran hatmetmek sünnet sayılmıştır. Kimi âlimlere göre, diğer nafile namazların aksine teravih namazını camide kılmak daha sevap kabul edilmiştir. Öte yandan Allah Resûlunun namazların bazılarını daha uzun bazılarını da daha kısa kıldığı bilinmektedir. Nitekim o, sabah namazlarını uzunca kıldırdığı halde, akşam namazlarını daha kısa kıldırmıştır. Ancak onun, hiçbir namazı tadil-i erkânini bozacak derecede hızlı kıldırdığı vaki olmamış, aksine tadil-i erkana riayet konusunda sürekli uyarılarda bulunmuştur. Bu yüzden teravih namazının, farzlarını ihlal edecek derecede hızlı kılınması çok çirkin bir durumdur. Hz. Peygamber’in UygulamalarıTeravih namazının dindeki yerini kavrayabilmek için öncelikle Hz. Peygamber ve Sahabe dönemindeki uygulamalara göz atmak gerekmektedir. Buhârî’nin Zeyd b. Sâbit (r.a.)’ten (o.45/665) rivayetine göre, Resûl-i Ekrem (a.ş.), Ramazan ayında Mescid-i Saadette itikaf için hasırdan bir oda yaptırmıştı. Ramazan-ı Şerifin son on gününde birkaç gece buradan çıkıp cemaatle hem farz hem de teravih namazı kıldı. Daha sonra cemaatin rağbetini görünce bir gece yalnız yatsı namazını kıldırıp, bu hasır odasına çekilerek teravih için çıkmadı. Allah Resûlunun odasından çıkmadığını gören sahabeden bazıları onu uyudu sanarak uyansın diye öksürmeye başladılar. Bunun üzerine Resûlullah (a.ş.) kendisini bekleyenlerin yanına gelerek şöyle buyurdu: “Sizde cemaatle teravih namazı kılmak hususunda devamlı bir arzu ve istiyak görüyorum. Fakat böyle cemaat halinde bu ibadete devam ederken teravihin farz kılınmasından ve bu sebeple de güç yetirememenizden korkarım. Ey İnsanlar! Bu namazı evinizde kılınız. Farz namazlardan başka sünnet ve nafile namazları kişinin evinde kılması daha faziletlidir.”Buhârî’ni Hz. Âişe (r.a.)’den (o. 58/677) rivayetine göre ise, Resûl-i Ekrem (a.ş.), bu şekilde iki ya da üç gece cemaatle teravih namazı kılmıştır. Hz. Âişe bu durumu şöyle anlatmaktadır: Bir Ramazan gecesi Resûl-i Ekrem, Mescid-i Saadette teravih namazı kıldı. Ashâb-i Kırâm da kendisine iktida edip kıldılar. Ertesi gece de böyle cemaatle kıldılar. Halk çoğaldı. Üçüncü ya da dördüncü gece yine toplanmışlardı. Fakat Resûlullah (a.ş.) o gece teravihe çıkmadı. Sabah olunca namazdan sonra cemaate şöyle hitap etti: “Ey İnsanlar! Sizin cemaatle Ramazan namazı kılmaya olan şiddetli arzu ve istiyakınızı görüyorum. Benim için de namaza çıkmaya bir mani yoktu. Yalnız böyle aşırı bir istiyak ile devam edilerek üzerinize farz kılınmasından, sizin de edasına muktedir olamamanızdan endişe ediyorum”.Yine Hz. Âişe’den gelen bir başka rivayette bu olay çok daha ayrıntılı bir biçimde anlatılmaktadır. Sözkonusu rivayete göre Hz. Âişe şöyle demiştir: “Resûl-i Ekrem teravih namazını gece yarısında mescidde kıldırmıştı. Birçok kimse de kendisiyle beraber kıldı. Ertesi gün bu namaz ağızdan ağza yayıldı. Resûlullah (a.ş.)’in teravih namazı kıldırdığı duyulunca ikinci gece mescidde öncekinden daha çok kalabalık vardı. Gündüz olunca bu namaz yine anlatıldı. Bunu için üçüncü gece halk mescide doldu. Resûlullah (a.ş), üçüncü gece de kıldırdı. Dördüncü gece artık mescidin alamayacağı kadar cemaat toplanmıştı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem dördüncü gece teravih namazı için çıkmadı. Yalnız sabah namazına çıkıp namazdan sonra cemaate şehadetle ve “emma ba’dü” hitabıyla başlayarak yukarıda anlatıldığı şekilde açıklama yaptı.”Ebû Zerr el-Gifârî (r.a.)’den (o.32/652) gelen rivayetlerde ise teravih namazı bazı yönleriyle diğer rivayetlerden daha ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Ebû Zerr şöyle demektedir: Resûlullah (a.ş.) ile birlikte Ramazan orucu tuttuk. Ramazan-ı Şerifin bitimine yedi gün kalıncaya kadar Resûl-i Ekrem bize hiçbir gece farzdan başka namaz kıldırmadı. (Yatsı namazını kıldırır, sonra hane-i saadetlerine giderdi). Ayın yirmi üçüncü gecesinde ise, gecenin üçte biri geçinceye kadar bize teravih namazı kıldırdı. Ramazandan altı gece kalınca (Ramazanın yirmi dördüncü gecesi) bize namaz kıldırmadı. Ramazandan beş gece kalınca (Ramazanın yirmi beşinci gecesi), gecenin yarısı geçinceye kadar bize namaz kıldırdı. Ben dedim ki, Ya Resûlallah! Gecenin geri kalan yarısında da namaz kıldırsaydınız (Bizim için daha hayırlı olurdu). Resûl-i Ekrem cevap olarak: “İmam, namazı bitirinceye kadar onunla namaz kılmak bütün geceyi namazla ihya etmek için kâfıdır”, buyurdu. Ramazandan dört gece kalınca (Ramazanın yirmi altıncı gecesi) Resûl-i Ekrem yine bize namaz kıldırmadı. Gecenin üçte biri geçinceye kadar bekledik. Ramazandan üç gece kalınca (Ramazanın Yirmi yedinci gecesi) Resûl-i Ekrem , ehlini, kadınlarını ve ashâbini topladı. Bize bütün gece namaz kıldırdı ki, biz sahuru geçireceğiz zannettik. Bundan sonra Resûlullah (a.ş.), Ramazanın geri kalan gecelerinde bize namaz kıldırmadı. Sahabe DönemiAllah Resûlu (a.ş.)’in irtihalinden sonra Ebû Bekr (o.13/634) ve kısmen de Ömer b. el-Hattab (o.23/643) zamanlarında teravih namazları Asr-ı Saadette olduğu gibi münferiden kılınmak suretiyle devam etmiştir. Bilahare cemaatle kılınmaya başlanmıştır. Ürve’nin (o.93/711) Abdurrahman b. Abdül-Kârı’den (o.80/699) rivayetine göre, Abdurrahman şöyle anlatmaktadır: Bir Ramazan gecesi Ömer b. el-Hattab (r.a.) ile mescide çıkmıştık. Mescidde halk münferit ve ayrı ayrı yerlerde teravih namazı kılıyorlardı. Kimi kendi başına yalnızca namaz kılıyordu, kimi de ardında birkaç kişilik cemaatle birlikte kılıyordu. Ömer (r.a.), öyle zannediyorum ki, bunları bir imam arkasında toplarsam daha hoş olacak, demişti. Ertesi akşam olunca Ömer (r.a.), Ubey b. Ka’b (r.a.)’i (o.19/640) teravih imamı tayin edip cemaati onun arkasında topladı. Böylece teravih namazı cemaatle kılınmaya başlanmış oluyordu. Başka bir gece yine Ömer (r.a.) ile birlikte mescide çıkmıştım. İnsanlar, imamları Ubey b. Ka’b ile beraber namaz kılıyorlardı. Ömer b. el-Hattab, halkın vecd içinde namaz kıldıklarını görünce, “Bu ne güzel bid’at oldu” (ni’me’l-bid’atu hâzihi) diyerek sevincini ifade etti. Ancak, “Namazlarını gecenin sonuna tehir edip de şimdi uyuyanlar, şu anda namaz kılanlardan daha fazla sevap elde etmektedirler” sözünü de ilave etti. Zira insanlar teravihi o sırada gecenin evve...

Devamını Oku...

Sünnetin Önemi


SÜNNET YA DA DİĞER BİR İFADEYLEHZ. PEYGAMBER’İN KUR’AN YORUMUSünnete Yönelik SaldırılarSon dönemlerde sünnetin teşrîdeki yeri ve önemi üzerinde çeşitli tartışmalar yaşanmaktadır. Daha çok müsteşriklerden ve onların mukallitlerinden gelen bu akımların gayesi, geçmişte hâriciler, mü’tezile ve şia fırkalarının yaptığı gibi müslümanların sünnete olan bağlılık ve güvenlerini zedeleyerek İşlâm’i tahrif etmektir. Allah Teâla’nın koruması altında ve “La raybe fîh” olan Kur’an’a yönelik saldırı ve ithamlar hedefe ulaşamayınca, İşlâm düşmanları sünnetin güvenilirliğine leke sürme yolunu seçmişlerdir.Şahâbe ve sonrası dönemlerde Hz. Peygamber’in sünneti ve hadislerini öğrenebilmek maksadıyla İşlâm âlimlerinin gösterdikleri faaliyet ve gayretler takdire şayandır. Rıhle adı verilen hadis uğruna yapılan seyahatler ve râvileri en ince ayrıntılarına kadar araştırdıktan sonra hadislerine itibar eden anlayış, başta müsteşrikler olmak üzere kendi bilgi kaynakları isnatsız ve çürük olan İşlâm düşmanlarını içten içe haset ve kıskançlığa sevk etmiştir. Müslümanların sahip oldukları bu sağlam kaynakları yıpratabilmenin yollarını arayanlar öncelikle Kur’an’ın ilk ve şaşmaz yorumu olan sünnet ve hadislere olan güveni zedelemek için fırsat kollamışlardır. Bunlar hadislerin İşlâmiyet’in ilk devirlerinde yazılmadığını, daha sonraki sözlerin hadis adı altında kitaplara geçtiğini ileri sürerek, ilk önce, Kur’an’dan başka güvenilir kaynak olmadığı fikrini empoze etmeye çalışmışlardır. Esasen bunların çoğu Kur’an’a da inanmamaktadırlar. Ancak Kur’anı tahrif ve tagyir edebilmek için hadis ve sünnet kalesinin yıkılması gerektiğini çok iyi teşhis etmişlerdir. Günümüzde sünnete yönelik tenkitlerin pek çoğu bu anlayışın tezahürü olarak ortaya çıkmaktadır. Kur’an ve Sünnet BütünlüğüKur’an ve sünnet birbirinden ayrılmaz bir bütünün (İşlâm’in) iki parçasıdır. Sünnetin anlaşılması için Kur’an’a mutlaka ihtiyaç olduğu gibi, Kur’an’ın yorumu için de sünnete mutlaka ihtiyaç vardır. Şayet Kur’anın insanlara tebliğ ve beyanı için ikinci bir ser’î delile gerek olmasaydı Hz. Peygamber’in “risalet” görevi de anlamsız olur, belki de Kitab’ın gökten zembille inmesi gerekebilirdi. Böyle bir faraziye akla nasıl gülünç geliyorsa, Hz. Peygamber’in konumunu ve sünnetinin önemini inkar da o derece tutarsız ve gülünç gelmelidir. Zira Kur’ân-i Kerim, Allah Teâlâ’dan sonra Hz. Peygamber’e itaati ve onun sözünü dinlemeyi pek çok yerde emretmektedir. Hz. Peygamber’e itaat etmeyenlerin ve onu üzenlerin yaptıkları hayırlı işlerinin dahi boşa gideceğini, Allah’a ve elçisi Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem) itaat edenlerin cennete girecekleri, Allah’ın onları nımetine gark edeceği ve kurtuluşa eren ve de başarıyı elde edenin onlar olacağını haber vermektedir. Bütün bu sayılanların aksine hareket edenlerin ise büyük bir sapıklığa düşecekleri, acı bir azab içerisinde sonsuza dek cehennemde kalacakları bildirilmektedir. Hz. Peygamber İnsanlığa ÖrnektirHz. Peygamber’in konumunu belirleyen Kur’an onun vasıflarını da bildirmeyi ihmal etmemiştir; Resûlullah’ın hevâsından konuşmadığını, onun her sözünün ancak vahiy olduğunu hatırlatarak, Allah Resûlu’nun sözlerinin de sıradan bir söz olmadığına dikkat çekmektedir. Ayrıca her yönüyle vahyin kontrolünde bir insana itaatin yanısıra onu sevmeyi de tenbihlemektedir. Dünya ve ahiret saadeti olan dinin doğru anlaşılabilmesi ve gerçek mânada Hakk’a kulluk yapılabilmesi için iyi bir modele ihtiyaç vardır. İşte Allah Teâlâ’nin beşeriyete en son gönderdiği ve kıyamete kadar en güzel örnek (üsve-i hasene) insan Hz. Muhammed’dir (sallallahü aleyhi ve sellem). Bu örnek insana Kur’an’ın yanısıra “hikmet” de verilmiş, insanlara Kur’anla birlikte “hikmet”i öğretmesi ve açıklaması istenmiştir. Kur’an Ana Kuralları Beyan EderKur’ân bazı konular da teferruata girdiği halde bazı konularda da genel kaideler vaz etmekle yetinir. Namazın beş vakit olduğunu bildirdiği halde vakitlerinin ne zaman olduğunu ve nasıl kılınacağını beyan etmez. Zekatın sekiz sınıf insana verileceğini açıkladığı halde hangi maldan ve ne kadar verilmesi gerektiğine değinmez. Kirlilik halinde gusul abdesti almayı emrederken nasıl alınacağını belirtmez. Kur’an’ın bu uslûbunu pek çok yerde görmek mümkündür: Haccın belli aylarda yapılmasının farz oluşuyla birlikte Arafat ve Müzdelife’de Allah’ı anmayı emretmekle yetinmiş, geri kalan kısımlarda nasıl davranılması gerektiğine açıklık getirmemiştir. Yine Kur’an, fâizin haram olduğunu, fâiz yiyenlerin Allah’a ve Resûlune savaş açmış kadar günah kazandığını söylemekle beraber, neyin fâiz olduğunu neyin olmadığını beyan etmemiştir. Allah Teâlâ bu ve daha sayabileceğimiz pek çok konuda beyan vazifesini elçisi Hz. Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem) bırakmıştır. Dolayısıyla Resûlullah’ın sünneti bir tarafa konulacak olsa, namazın nasıl kılınacağı, orucun nasıl tutulacağı, haccın nasıl yapılacağı, zekatın hangi mallardan ne kadar verileceği, alış-verişte hangi muamelelerin haram veya faiz, hangi işlemlerin helâl kapsamına girdiği vs. hususlarını öğrenme imkâni kalmayacaktır. Bu nedenledir ki Allah Teâlâ, “Resûlun size verdiğini alın, onun yasakladığından sakının” buyurarak bütün bu mücmel ve müphem hususlarda Hz. Peygamber’in yorumuna uyulmasını emretmektedir.Kurân-i Kerîm, hayatın içinde yaşandığı ve vakıa olarak karşımıza çıktığı halde bazı hususlara da temas etmemiştir. Nitekim bir erkeğin hanımının üzerine onun teyzesi ve halasıyla evlenemeyeceği, nesep yakınlığı dolayısıyla evlenilmesi haram olan kimselerden başka süt kardeşliği gibi sebeplerle de evlenmenin haram olduğu, nineye ve baba tarafından akrabaya düşecek miras gibi meseleler Kur’an’dan değil Hz. Peygamber’den öğrenilmiştir. İşte bizzat yaşayışı ve hayatın içindeki tatbikatı ve örnek davranışları ile insanlığın önünü aydınlatan Allah Resûlu’nun Kur’an dışındaki emirleri, yasakları, tavsiye ve tasviplerinin tümü Sünnet kapsamı içerisinde mütalea edilmektedir.Sünnete Duyulan İhtiyaçBaşta sahabîler olmak üzere müslüman âlimler Kur’an’da bulamadıkları konularda Sünnet’e başvurarak çözüm üretmişlerdir. Nitekim Muâz b. Cebel’in (o. 18/639) Yemen’e vali olarak gönderilmesi esnasında Allah Resûlu Muâz’a ne ile hükmedeceğini sormuş, o da Kur’an’la hükmedeceğini söylemiştir. Kur’an’da bulamazsa nereye müracaat edeceğini sorduğunda, sünnete başvuracağını, şayet sünnette de bulamazsa kendi re’yi ile karar vereceğini belirtmiştir. Bunun üzerine Resûlullah, “Allah’ın elçisi’nin elçisini muvaffak kılan Allah’ a hamdolsun” buyurmuştur. Hz. Peygamber ayrıca, “Sözümü dinleyip onu koruyarak başkalarına aktaranların Allah yüzlerini ak etsin,” “Burada sâhit olan gaib olana tebliğ etsin; olabilir ki, kendisine tebliğ olunan, tebliğ edenden daha anlayışlı çıkabilir.” ve “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sarılırsanız asla yolunuzu şaşırmazsınız. Biri Allah’ın Kitabı ve diğeri benim sünnetim.” sözleriyle, sünnetinin önemini ve ümmetinin ileride karşılaşacağı problem ve ihtiyaçlarda kendilerine ışık tutacak iki kaynağı göstermiştir. Nitekim Hz. Ebû Bekir (o. 13/634) ve Hz. Ömer’in (o. 23/643) hilafetleri sırasında Kur’an’da hükmünü bulamadıkları meselelerde Hz. Peygamber’in tatbikatını araştırmaları ve şahitlerle ispat edildiğinde bu sünnetlere uydukları bilinen bir gecektir. Bir defasında yaşlı bir kadın, torununun mirasından hisse almak için kendisine müracaat ettiğinde: “Allah’ın kitabında sana bir şey verileceğine dâir bir âyet görmüyorum. Resûlullah’ın da (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konuda bir şey buyurduklarından haberdar değilim” diyen Hz. Ebû Bekir, sonra meseleyi meclisinde bulunanlara sormuş. Mügire b. Şu’be (o. 50/670) ayağa kalkarak, “Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) nineye mirastan altıda bir verirdi” demiştir. Hz. Ebû Bekir’in ondan şahit istemesi üzerine, Muhammed b. Mesleme el-Ensârî (o. 47/667) ayağa kalkarak kendisinin de bu şekilde bildiğini haber vermiştir. Böylece Hz. Ebû Bekir o yaşlı kadına altıda bir hissesini vermiştir.Hz. Ömer ise, ceninin diyeti hakkında Hz. Peygamberden herhangi bir hadis bulunup bulunmadığını araştırırken Hamel b. Mâlik b. Nabiga çıkmış ve ona şu haberi iletmiştir: “Bir gün iki karımdan biri, hamile olan diğerine sopa ile vurdu ve karnındaki ceninin ölü olarak düşmesine sebep oldu. Bu hâdişe üzerine Allah Resûlu (sallallahü aleyhi ve sellem) gürra ile, yani vuranın diğerine bir köle veya cariye vermesine hükmetti.” Hz. Ömer bu haberi duyunca şöyle demiştir: “Eğer bunu işitmemiş olsaydım, az kalsın kendi re’yimle hüküm verecektim.” Görüldüğü gibi Hz. Peygamber’den hemen sonra, daha ilk halifeler devrinden itibaren sünnete gerek duyulmuştur. Sünnet Kur’an’ın Peygamber YorumudurŞunnetin bağlayıcı olduğunu kabul etmemek ya da onu hafife almak Hz. Peygamber’in konumunu kavrayamamak demektir. Bu tür düşünenlere Allah Resûlu ön dört asır öncesinden dikkat çekmiş ve “Kendisine benim emirlerimden veya yasaklarımdan bir haber getirildiğinde Koltuğuna yaslanmış olduğu halde ‘biz bunu bilmeyiz, Allah’ın kitabında var ise tâbi oluruz’ diyenlere sakin ha itibar etmeyiniz!” buyurmuştur. Ayrıca “Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir” ifadesiyle de sünneti inkar edenlerin İşlâm dini ile alâkaşının kalmayacağını ortaya koymuştur. O, aynı zamanda kendisinin olduğu kadar râsid halifelerinin de sünnetinin bağlayıcı olduğunu ve onlara âdeta azı dişleri ile tütünür gibi sarılmayı öğütlemektedir. Ömer b. Hattab’ın “Ferâiz ve sünneti, Kur’an’ı öğrendiğiniz gibi öğreniniz” şeklinde tavsiyesi de şahâbenin, sünnetin bağlayıcı olduğunu ikrar ettiklerine delil teşkil etmeye yeterlidir.Kısaca sünnet, âlemlere rahmet olarak gönderilen Son Peygamber Allah Resûlu’nun Kur’an’ı yorumudur. Bu yorumu yok kabul etmek ya da hafife almak müslümanca bir tutum olmadığı gibi ilmîlik ve aklîlikle de bağdaşmamaktadır.         BİBLİYOGRAFYA Âmidî, el-İhkâm,Ali b. Muhammed, el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm, İ-İV, Beyrut 1402.Âmirî, er-Riyâdu’l-müstetâbeYahya...

Devamını Oku...

Sünen-İ Erbea


SÜNEN-İ ERBEA VE BAZI HADİSKİTAPLARINDA YER ALAN HADİSLERİN DURUMU* Ebu’l-Hasenât Muhammed Abdülhay el-Leknevî el-Hindî (1264-1304 h.)Çev: Dr. Mustafa Karataş SORU: Sünen-i Erbea gibi büyük kitaplar ile, Beyhakî, Dârekütnî, Hâkim, İbn Ebî Şeybe ve diğer meşhur hadis kitaplarında bulunan hadislerin “şahîh lı zâtihî”, “şahîh lı gayrihî”, “hasen li zâtihî”, “hasen li gayrihî” acısından durumları nedir? CEVAP: Bu tür kitaplar içerisinde yer alan bütün hadisler “şahîh” ya da “hasen” değildir. Bu eserler “şahîh”, “hasen”, “zayıf” ve “mevzû” haberleri içermektedir. Bu konu aşağıda geniş olarak ele alınmaktadır. SÜNEN KİTAPLARIİbnu’s-Salâh (o. 643/1245), İrâkî (o. 806/1403) ve diğer hadisçiler Sünenlerde “hasen” hadislerden başka “şahîh” ve “zayıf” hadislerin de bulunduğunu söylemektedirler. Nevevî işe (o. 676/1277), Sünenlerde “şahîh”, “hasen”, ve “zayıf” hadislerin yanısıra “munker” hadislerin de bulunduğunu belirtmektedir. Diğer taraftan Mesâbîhu’s-sünne müellifi Begavî’nin (o. 516/1122), Sünenlerdeki hadisleri “hisân” olarak isimlendirmesine, hadisçiler arasında meşhur olmayan bir istilah olduğu ileri sürülerek itiraz edilmektedir. Sünenlerdeki hadislerin sıhhati konusunda Irakî şöyle demektedir: “Sünen kitaplarındaki hadislere “şahîh” diyenler yanılmaktadırlar; “Kutub-i Hamse’nin sıhhati konusunda şark ve garp bilginleri hemfikirdirler” diyen Ebû Tâhır eş-Silefî (o. 576/1180) ile, Tirmizî’nin (o. 279/892) Câmıî’ne “el-Câmı‘u’s-şahîh” diyen Hâkim (o. 405/1014) ve “şahîh” tabirini kullanan Hatîb Bagdâdî de (o. 463/1070) bu konuda dikkatli davranmamışlardır.” Sözkonusu eserler sıhhat bakımından mukayeseli olarak aşağıda ele alınmaktadır. 1. Sünen-i Ebî DâvûdZehebî (o. 748/1347) Siyerü a’lâmi’n-nubelâ’ isimli eserinde Ebû Dâvûd’un (o. 275/888) Sünen’inde zikredilen hadisleri şu şekilde derecelendirmektedir: Birinci Derece: Buhârî (o. 256/869) ve Müslim’in (o. 261/874) yani Şeyhayn’in kitaplarında rivayet ettiği “müttefekün aleyh” hadislerdir ki bunlar kitabın yarısına eşittir.İkinci Derece: Buhârî ve Müslim’in birinin alıp diğerinin almadığı hadislerdir.Üçüncü Derece: Buhârî ve Müslim’in rivayet etmediği, ancak “illet” ve “sâz” yönünden senedi “ceyyid” ve “sâlim” olan hadislerdir.Dördüncü Derece: İki veya daha fazla “leyyin tarık”le gelmesi sebebiyle âlimler tarafından isnadı “sâlih” kabul edilen hadislerdir.Beşinci Derece: Râvinin hıfzının yetersiz oluşu nedeniyle senedi zayıf sayılan hadislerdir ki, Ebû Dâvûd çoğu zaman bu gibi hadisler hakkında bir şey söylememektedir.Altıncı Derece: Râvisi sebebiyle zayıf olduğu açığa çıkmış olan hadislerdir ki, Ebû Dâvûd bu hadisler hakkında çoğu yerde susmayıp “zayıf” öldüğünü açıklamaktadır. O, ancak râvinin “meşhur” olması ya da halinin bilinmemesi (nekâret) sebebiyle bir şey söylememiş olabilir. 2. Sünen-i TirmizîZehebî (o. 748/1347), Ebû Nasr Abdurrahman b. Abdilhâlik’in (o. 574/1178) şöyle dediğini zikretmektedir: Tirmizi’nin el-Câmıî’ndeki hadisler dört kısma ayrılmaktadır:Birinci Kısım: Sıhhati kesin olanlar.İkinci Kısım: Ebû Dâvûd ve Neşâî’nin (o. 303/915) şartına uyanlar.Üçüncü Kısım: İlleti açıklanan hadisler.Dördüncü Kısım:Tirmizî’nin açıkladığı son grup hadisler ki, bunlar da, “...Dördüncü kez içki içerse onu öldürün” ve “Resûlullah Medine’de düşman korkusu ve sefer durumu söz konusu olmadığı halde öğle ve ikindi namazlarını cem ederek kıldı” hadisleri dışında bazı fıkıhçıların amel ettiğini söylemiş olduğu hadislerdir.3. Sünen-i İbn MâceZehebî, İbn Mâce (o.273/886) için şöyle demektedir: İbn Mâce hâfiz, şadûk ve engin bir ilim sahibi olmasına rağmen kitabına “munker” ve az da olsa “mevzû” hadis almakla Sünen’inin derecesine gölge düşürmüştür.a. Ebû Dâvûd ile Tirmizi’nin Sünen’lerinin Mukayesesi:İbnu’s-Salâh (o. 643/1245) Mukaddime adlı eserinde şöyle demektedir: “Ebû İşâ et-Tirmizî’nin kitabı “hasen” hadislerin bilinmesi bakımından sahasında ilk eserdir. “Hasen” hadislerin bulunduğu eserlerden birisi de Ebû Dâvûd’un Süneni’dir. Ebû Dâvûd kitabının içeriği hakkında şu bilgiyi vermektedir: “Bu eserde “sahih”, sahihe benzer ve sahihe yakın olan hadisleri zikrettim”. Ebû Dâvûd, her bab’ta o bölümle ilgili bildiği en sahih hadisleri rivayet ettiğini anlattıktan sonra şunları aktarır: “Kitabımda bulunan hadislerden aşırı zayıflık alameti bulunanları belirttim. Hakkında hiç bir şey demediğim hadisler “sâlih” hadislerdir. Bunların da arasından bir bölümü diğerlerinden daha “sahih”tır.” Ebû Dâvûd’un Süneni’nde herhangi bir açıklama yapmaksızın mutlak olarak rivayet ettiği hadisler, “sahih” ya da “hasen” öldüğü hususunda herhangi bir delil bulunmayan hadislerden ise; O’na göre bu hadislerin “hasen” öldüğuna hükmederiz. Bu gibi hadisler bazan başkasına göre “hasen” olmayabilir. b. Ebû Dâvûd’un Sünen’i ile Neşâî’nin Süneni’nin Mukayesesi:İbnu’s-Salâh sözlerini şöyle sürdürmektedir: “Hâfiz Ebu Abdullah b. Mende (o.395/1004) Mısır’da iken Muhammed b. S’ad el-Baverdi’den (o.301/913) şunları işittiğini anlatmaktadır: “Neşâî’nin usulü; terkinde içmâ olmadıkça herkesten hadis almaktır.” İbn Mende’nin kendisi ise şöyle söylemektedir: “Ebû Dâvûd başka bir hadis bulamayınca, isnadı “zayıf” dahi olsa o hadisi rivayet eder. Çünkü O’nun görüşüne göre “zayıf” hadis kişilerin re’yinden daha üstündür.” Suyûtî (o. 911/1505) Zehru’r-rubâ ale’l-Müctebâ adli eserinin önsözünde şunları söylemektedir: “Hâfiz Ebu’l-Fadl b. Tahir el-Makdışı (o. 600/1203) Sürûtu’l-Eimmeti’s-Sitte isimli eserinde şöyle der: “Ebû Dâvûd ve Neşâî’nin kitaplarındaki hadisler üç kısma ayrılır;1. Sahihayn’da yer alan hadisler.2. Buharı ve Müslim’in şartlarına göre “şahîh” sayılanlar. İbn Mende, Buhârî ve Müslim’in hadis alma şartlarını şöyle açıklamaktadır: “Terkinde içmâ olmayan kimselerden, “inkita” ve “irşâl” olmaksızın “muttasıl” bir senedle gelen “şahîh” hadislerdir.” Bu tarife göre ikinci kısımda yer alan hadisler de “şahîh” olmaktadır. Ancak bu hadislerin tarıkleri, Buhârî ve Müslim’in rivayet ettikleri tarıkler olmayıp, her ikisinin de almadıkları diğer “şahîh” tarıklerdir.3. Ebû Dâvûd ve Neşâî’nin kanaatlerine göre sıhhati kesin olmadığı halde kitaplarına aldıkları ve fakat daha sonra konunun uzmanlarınca durumu anlaşılan ve illetleri açıklanan hadisler.” 4. Sünen-i NeşâîSuyûtî’nin aktardığına göre İmam Ebu Abdullah b. Ruseyd (o.721/1321) şöyle demektedir: “Neşâî ’nin Sünen’i sahasında yazılmış kitaplar içersinde tasnifi eşsiz ve tertibi en güzel olan bir eserdir. İlletleri açıklama yönü ile Buhârî ve Müslim’in eserlerinin ortak özelliğini taşır. Genel olarak Sahihayn’dan sonra içersinde en az zayıf hadis ve çerh edilmiş râvi bulunan kitap, Neşâî’nin Süneni’dir. Ebû Dâvûd ve Tirmizî’nin kitapları bu yönüyle Neşâî’nin Sünen’inden ayrılmaktadır. Çünkü İbn Mâce, yalanla itham edilmiş râvilerden ve “serikatü’l-ehâdîs”den hadis almıştır. Üstelik bu hadi...

Devamını Oku...

Ravi Sahabiler Ve Hadis Sayıları


RAVİ SAHABİLERYaklaşık 110 bin sahabiden hayatları hakkında bilgi bulunan sahabe sayısı 15 bin civarındadır. Bunlardan yaklaşık 1500 kadar sahabiden hadis gelmiştir. Bu sahabilerden de 7 kişi (mükşirun)kendilerinden en çok hadis gelenlerdir. İbn Hazm'in Süleymaniye Kütüphanesinde yazması bulunan Kitabu'l-Adad adlı eserinde, Baki b. Mahled'in Müsnedinde yer alan sahabiler ve hadis sayıları verilmiştir. Bu eser üzerine yaptığımız tahkik sonucunda Baki b. Mahled'in eserinde yer alan 1002 sahabi ve kendilerinden rivayet edilen tekrarlı hadis sayıları aşağıda alfabetik sıraya göre sunulmaktadır. ‘Âbis et-Teymî 3 hadis‘Akkâf b. Vedâ‘a 4Âmir b. Âiz 1Âmir er-Râmî 1Âsim b. Adıy 6‘Ubeyd b. Hâlid 3‘Ukbe b. el-Hâris 7‘Ürve el-Bârikî 13‘Üveymir b. Eskar 6..... Mevla Rasûlillah (a.ş) 3‘Üveym b. Sâide 7Abbâd b. Sürahbîl 1Abbâs b. Mirdâs 4Abbad 2Abdân b. Âmir b. Üneys 1Abdulhumeyd Ebû Amr 1Abdullah b. Âmir 1Abdullah b. ‘Utbe 1Abdullah b. Abbas 1660Abdullah b. Abdullah b. Ubey b. Selûl 3Abdullah b. Abdurrahman 1Abdullah b. Adıy 2Abdullah b. Adıy 1Abdullah b. Ammâr 1Abdullah b. Amr b. el-Aş 700Abdullah b. Atîk 1Abdullah b. Büşr 50Abdullah b. Cafer 25Abdullah b. Cerad 20Abdullah b. Cubeyr el-Huzâ‘i 1Abdullah b. Ebû Habîbe 3Abdullah b. Ebû Evfa 95Abdullah b. Ebû Bekir 1Abdullah b. Ebû Bekir veya kardeşi 1Abdullah b. Ebû Sufyân 1Abdullah b. Ebû Umeyye 1Abdullah b. Ebû Zubâb 1Abdullah b. Ebû’l-Mütarrif 1Abdullah b. Ebu’l-Cud’a 3Abdullah b. el-Cüheym 2Abdullah b. el-Hâris el-Cez 17Abdullah b. el-Kurasî 2Abdullah b. el-Mürka‘ 2Abdullah b. Erkam 2Abdullah b. eş-Sâib 7Abdullah b. eş-Sâib 2Abdullah b. eş-Sa’dî 1Abdullah b. Habîb 3Abdullah b. Hanzale 6Abdullah b. Hanzale el-Gasîl 2Abdullah b. Hilâl eş-Sekafî 1Abdullah b. Kârıb 3Abdullah b. Ka’b 1Abdullah b. Kurayz 2Abdullah b. Mâlik 2Abdullah b. Mâlik b. Buhayne 27Abdullah b. Ma’bed 1Abdullah b. Ma’kıl b. Mükrin 1Abdullah b. Mesud 848Abdullah b. Mügaffel 43Abdullah b. Ömer 2630Abdullah b. Rebî‘a 1Abdullah b. Revâha 1Abdullah b. Sa’d 1Abdullah b. Sa’d 1Abdullah b. Sa’dî b. benî Mâlik b. Hasl 3Abdullah b. Sebre 1Abdullah b. Selâm 25Abdullah b. Serciş 17Abdullah b. Sürahbîl 1Abdullah b. Ükeym 12Abdullah b. Üneys 24Abdullah b. Yezîd el-Ensarî 4Abdullah b. Zem‘a 1Abdullah b. Zem‘a 1Abdullah b. Zeyd 48Abdullah b. Zubeyr 33Abdullah el-Müzenî 7Abdurrahman b. Âiz 2Abdurrahman b. ‘Udeys 1Abdurrahman b. ‘Utbe 1Abdurrahman b. Âyis el-Hadramî 1Abdurrahman b. Alkame 1Abdurrahman b. Amr eş-Sülemî 1Abdurrahman b. Avf 65Abdurrahman b. Ebû Bekir eş-Sıddık 8Abdurrahman b. Ebû Akîl 1Abdurrahman b. Ebu Azze 2Abdurrahman b. Ebzî 12Abdurrahman b. el-Ezher 1Abdurrahman b. Ezher 2Abdurrahman b. Hasene 4Abdurrahman b. Katâde 1Abdurrahman b. Katâde eş-Sülemî 1Abdurrahman b. Mâlik 1Abdurrahman b. Müâviye 1Abdurrahman b. Müâz 1Abdurrahman b. Osman et-Teymî 1Abdurrahman b. Safvân 4Abdurrahman b. Sebre 1Abdurrahman b. Şemura 14Abdurrahman b. Senne 1Abdurrahman b. Sibl 14Abdurrahman b. Ya’mer 3Adıy b. Adıy 2Adıy b. Amîra 10Adıy b. Hâtim 66Adıy b. Zeyd 1Adıy el-Cüzâmî 1Aişe bint Ebu Bekir 2210Aişe bint Kudâme 2Akîl b. Ebû Tâlib 6Ali b. Ebû Tâlib 586Ali b. Şeybân 7Ali b. Talk 3Alkame b. el-Hüveyris 1Alkame b. Nadle 1Alkame bi Ramse el-Bekrî 1Ammâr b. ‘Ubeyd 1Ammâr b. Evs 1Ammâr b. Yâsır 62Ammar b. Za’kera 1Amr b Süleym 1Amr b. Âmie b. et-Tufeyl 1Amr b. Abese 38Amr b. Avf 62Amr b. Ebû Seleme 12Amr b. Ebû Akrab 1Amr b. Ebû Amre 1Amr b. Ebû Habîbe 1Amr b. el-Ahvaş 2Amr b. el-Aş 39Amr b. el-Hâris 1Amr b. el-Hamik 11Amr b. Gaylân 2Amr b. Hârice 8Amr b. Hazm 5Amr b. Hubsî 1Amr b. Hüreys 18Amr b. Mâlik er-Rüâsî 1Amr b. Ma’dîkerib 1Amr b. Murre 1Amr b. Murre el-Cühenî 1Amr b. Saîd 1Amr b. Sa’d 1Amr b. Se’s 1Amr b. Umeyye (bir diğeri) 4Amr b. Umeyye ed-Damrî 20Amr el-Açlânî 1Amr el-Bıkâlî 1Arefe el-Kindî 1Arfece 7Aş’aş b. Selâme 1Atiyye 1Atiyye el-Cüsemî 1Atiyye el-Kurazî 3Atiyye eş-Sa’dî 3Attab b. Sümeyr 2Avf b. Mâlik b. Nadle 7Avf b. Malik 67Ayız b. Amr el-Müzenî 8Basra 1Basra b. Ebû Basra 3Bedre Ebû Mâlik 1Berâ’ b. Âzib 305Berîre Mevlâtu Âişe Üm. mü’müminîn 1Bervâ bnt Vâsık 1Beşîr 1Beşîr el-Eşlemî 1Beşir b. el-Hasâsiyye 9Bilâl b. el-Hâris el-Müzeni 8Bilâl b. Sa’d 1Bilâl el-Müezzin 44Bisr 1Bisr b. Âsim 1Bisr b. Suhaym 6bnt Hamza b. Abdulmuttalıb 1Budeyl b. Verkâ’ 3Bureyde b. el-Huşayb el-Eşlemî 167Büşr b. Ebu Ertâh 4Büşr b. Mihçen 1Büşra b. Safvân 11Câbir b. Abdullah 1540Câbir b. Şemura el-Ensârî 146Câhime 1Câriye b. Kudâme 4Ca’de 3Ca’de b. Hubeyra 1Cafer b. Ebû’l-Hakem eş-Sa’dî 1Cebele b. el-Ezrak 1Cemîle bnt Selûl 1Cemre bnt Abdullah el-Yerbûiyye 1Çerhed el-Eşlemî 8Cerir b. Abdullah 100Cevdân 1Cu‘ayl el-Esca‘î 1Cubeyr el-Kindî 1Cudâme bint Vehb 2Çünâde b. Mâlik 1Cunade el-Ezdî 3Cundub b. Abdullah b. Sufyân 43Cundub b. Seleme b. Selâme b. Vaks 1Çüveyriye, Ummu’l-mu’minin 7Dağfel 1Deylem el-Himyerî 4Dirâr b. el-Ezver 1Dihyetu’l-Kelbî 3Duba‘a bint ez-Zubeyr b. Abdulmuttalıb 11Dukeyn b. Saîd 1Durre bint Ebû Leheb 3Ebû Kuleyb , Büşr b. Cihaş 2Ebû ‘Azze 3Ebû ‘Utbe, hüve Ebû ‘İnebe 3Ebû Abdurrahman el-Cühenî 3Ebû Ali 5Ebû Amre 2Ebû Bekir eş-Sıddîk 142Ebû Bekre 132Ebû Berze 46Ebû Berze 20Ebû Beşir el-Ensari 4Ebû Cum‘a 7Ebû Cubeyre el-Ensarî 4Ebû Eyyûb el-Ensârî 155Ebû Hâsim b. ‘Utbe b. Rebia 3Ebû Hâzim el-Ensari 4Ebû Huzame 4Ebû İbrahim 2Ebû Katâde 170Ebû Lebîd el-Ensarî 3Ebû Leyla el-Ensarî 13Ebû Lübâbe b. Abdülmunzir 15Ebû Mûsâ el-Eş’arî 360Ebû Mahzûre 10Ebû Mucibetu’l-Bâhili 3Ebû Nemle 2Ebû Râfi‘ el-Gifârî 2Ebû Ramse 8Ebû Reyhâne 9Ebû Rıfa‘a 2Ebû Sâbit 2Ebû Sırma 9Ebû Şehm 3Ebû Süreyh 20Ebû Ubeyde 8Ebû Ubeyde el-Cerrâh 14Ebû Umeyye 7Ebû Vehb el-Cüsemî 6Ebû Zeyd 3Ebû Âmir el-Eş’arî 1Ebû ‘Ukbe 1Ebû Abdullah 1Ebû Abdullah el-Enmârî 1Ebû Abdurrahman el-Fehrî 1Ebu Abs b. Cebr 5Ebû Akîl 1Ebû Akrab 1Ebû Ali el-Buhayr 1Ebû Alkame 1Ebû Amr b. Hafs b. el-Muğîre 1Ebu Ayyâs ez-Zurakî 6Ebû Ba’ce Abdullah b. ‘Îsâ 1Ebu Basra el-Gifari 12Ebû Beşer el-Has’amî 1Ebû Bisr eş-Sülemî 1Ebû Büceyle 1Ebû Burde b. Kays, Ebû Mûsa el-Eş’arî’nin kardeşi 1Ebû Burde ez-Zaferî 1Ebû Cedd 3Ebû Cihâd 1Ebu Cüheyfe 45Ebû Dâvûd 1Ebû Durr 1Ebû Ferve 1Ebû Fesle 1Ebû Gâdiye 1Ebû Hâlid Câbir b. ‘Ümeyr 1Ebû Hâni’ 1Ebû Hâzim, hüve Mevlâ el-Ensâr 1Ebû Habîb 1Ebû Habbe Amr b. Sâbit, Bedrî 3Ebû Hadred 1Ebû Hadred 1Ebû Hallâd 1Ebû Hallâd el-Ensârî 1Ebû Hayseme 1Ebû Hırâs 1Ebu Humeyd eş-Saîdî 26Ebû Huşayn 1Ebu Hüreyre 5374Ebû Kâhil Kays b. Amr 1Ebû Katade eş-Sedûsî 1Ebu Kebse el-Enmarı 11Ebû Kursafe, Cendere b. Hayşene 1Ebû Kuteyle 1Ebû Lâs el-Huzâî 1Ebu Lübeybe 4Ebu Mâlik el-Eş’arî 27Ebû Mûsa Mâlik b. Abâde el-Gâfikî 1Ebû Manşûr 1Ebu Meczee: İbn Zâhır 2Ebu Mersed el-Ganevi 2Ebû Necîh eş-Sülemî 4Ebu Rafı, Mevlâ Rasûlillah (a.ş) 68Ebû Rifâ‘a 1Ebû Ruhm 4Ebû Sûd et-Temîmî 1Ebû Saîd b. Ebû Fadâle 1Ebu Saîd b. el-Muallâ 2Ebu Saîd el-Hudrî 1170Ebu Sa’d el-Ensarî 3Ebû Sa’lebe el-Esca‘î 1Ebu Sa’lebe el-Huşanı 40Ebû Sabra 1Ebû Sehl 1Ebû Sehle 1Ebû Selâm 1Ebu Selâme 2Ebu Selît 2Ebû Seleme 1Ebu Selma: Râî Rasulillah (a.ş) 2Ebu Seyyara el-Mütte‘î 2Ebû Sufyân...

Devamını Oku...

Muksirun


MÜKSİRÛN VE HADİS SAYILARI“Müksirûn”, Rasûlullah’ın (s.a.v.) şahâbeşi arasında kendilerinden Bakî b. Mahled’in Müsned’inde mükerrerleriyle birlikte binden fazla hadis rivayet edilen kimselerdir. Bunlar da Ebû Hüreyre, Hz. Âişe, Abdullah b. Ömer, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Abbas, Câbir b. Abdullah ve Ebû Saîd el-Hudrî olmak üzere sadece yedi kişidir. “Müksirûn” içerisinde yer alan bu yedi şahâbîyi, hadis rivayeti ve kendilerinden rivayet edilen hadis sayıları bakımından daha geniş inceleyebilmek için her birini müstakil olarak ele almak gerekmektedir. 1. Ebû Hüreyre: Asıl adı Abdurrahman b. Sahr olan Ebû Hüreyre, Ezd’in bir kolu olan Devs kabilesindendir. Hicretin yedinci yılında Hayber’in fethi sırasında Medine’ye gelmiş ve “Ashâb-i suffe”ye katılmıştır. Şahâbe içerisinde en çok hadis rivayet eden kimse Ebû Hüreyre’dir. Hadis ilmine çok düşkündür. Hadis hâfızları bu ümmetin hadisçileri arasında en üstün mertebeye onu layık görmüşlerdir. Sâfiî onun en çok hadis rivayet eden kişi olduğunu söylemektedir. Ebû Hüreyre’nin hadis ilmine karşı olan sevgisini Hz. Peygamber dahi onaylamıştır. Ebû Hüreyre bir gün Hz. Peygamber’e kıyamette ilk önce kime sefaat edeceğini sormuş, Hz. Peygamber de, “Hadis ilmine olan istiyakın sebebiyle bu soruyu ilk önce senin soracağını tahmin edebiliyordum” buyurmuştur.Ebû Hüreyre’nin hâfizası çok kuvvetli idi; ezberlediğini aynen naklederdi. Zira bu konuda o Hz. Peygamber’in duasını almıştı. Bütün yaşantısını ilme vakfetmiş olan Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber’den duymadığı bazı hadisleri, Ebû Bekir, Ömer, Nadra b. Ebû Nadra, Fadl b. Abbas, Ubey b. Ka’b, Usâme b. Zeyd ve Hz. Âişe gibi şahâbîlerden dinlemiştir. Kendisinden muhacir ve ensar neslinden 800 kişi ve ashabtan bir grup rivayette bulunmuşlardır. Zehebî Kutub-i Sitte’de yer alan râvilerinden 365 kadar şahsın ismini zikretmiştir ki bunlar arasından İbn Abbas, Vâşile, Câbir, Mervan b. Hakem, Saîd b. el-Müseyyeb, Selman el-Egar, Mâlik b. Ebû Âmir, Ebû Usâme b. Sehl, Hafs b. Âsim, Hasan el-Başrî, Muhammed b. Sîrîn, Süleymân b. Yesâr, Tâvûs, İkrime, Mücahid, ‘Atâ’, Âmir eş-Sa’bî, Ebû Sâlih eş-Semmân gibi şahıslar sayılabilir. Ebû Hüreyre 78 yasında iken hicrî 59 senesinde vefat etmiştir.Ebû Hüreyre’nin hadisleri anlama ve kavrama bakımından şahâbe arasında zaman zaman tenkitlere maruz kaldığı da görülmektedir. Özellikle Hz. Ömer ve Hz. Âişe onun rivayetlerine yer yer müdahalelerde bulunmuşlardır. Bazı durumlarda Ebû Hüreyre bu gibi eleştirilere karşı kendini savunmuş, bazılarında ise hata ettiğini itiraf etmiştir. Son devirde ise, özellikle başta Goldziher olmak üzere hadis ilmi ile ilgilenen bir çok müsteşrik tarafından ortaya atılan fikirler sebebiyle çoğu zaman haksız ithamlara hedef olmuştur. Eleştiriler daha çok onun Hz. Peygamber ile kısa bir süre beraber bulunmasına rağmen çok hadis rivayet etmesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Ayrıca Ka’bu’l-Ahbar’dan etkilendiği iddia edilerek rivayetlerinde isrâıliyyât bulunduğu fikri de ileri sürülmüştür.Hemen hemen bütün hadis müsanniflerinin kitaplarında rivayetlerine yer verdiği Ebû Hüreyre’nin bazı hadisleri, talebelerinden biri olan Hemmam b. Münebbih (o.131/748) vasıtasıyla bize intikal etmiş durumdadır. Hemmam’ın, Ebû Hüreyre’den işittiğini haber verdiği mecmua 138 hadis ıhtıva etmektedir. Bu hadislerin büyük bir kısmı Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde Ebû Hüreyre bölümünde yer almaktadır.Ebû Hüreyre’nin Buhârî’deki tekrarsız hadis sayısı 446’dir. Ayrıca Şahîhayn’da tekrarsız 609 hadisi bulunmaktadır. Bunların 326’sı “müttefekün aleyh” hadislerdir. Bu hadislerden 93 tanesi yalnız Buhârî’de, 190 tanesi de yalnız Müslim’de yer almaktadır.Bakî b. Mahled’in Müsned’inde mükerrerleri ile birlikte 5374 hadisi bulunan Ebû Hüreyre’nin Kutub-i Tis‘a’da yer alan hadislerinin tekrarları ile birlikte sayısı ve kitaplara dağılımı şu şekildedir: Buhârî 1137, Müslim 2375, Tirmizî 695, Neşâî 795, Ebû Dâvûd 749, İbn Mâce 835, Ahmed b. Hanbel 4297, Mâlik 184 ve Dârimî 291. Toplam 11.358 hadis.2. Hz. Âişe: Ummu’l-mu’minîn (Müminlerin annesi) olan Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir’in kızıdır. Hafızasının kuvveti ve faşih konuşması ile de un yapmış olan Hz. Âişe’nin, Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın halifeliği sırasında bağımsız olarak fetva verdiği bildirilmiştir. Bakî b. Mahled’in Müsned’inde mükerrerleri ile birlikte 2210 hadisi bulunduğu için şimdiye kadar yapılan klasik sıralamaya göre “müksirûn”un dördüncü sırasında yer alırken, yaptığımız değerlendirmeyle ikinci sıraya yükselmiştir.Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in hanımı olduğu için ondan pek çok hadis duymuş, başkalarının bilemediği hallerine ve davranışlarına tanık olmuş, dolayısıyla Kur’an ve sünneti de çok iyi öğrenmiştir. Hz. Peygamber ile küçük yaşta evlendiği için, onun vefatından sonra yaklaşık 39 yıl daha yaşamış ve Hz. Peygamber’den duymadığı hadisleri başta babası Ebû Bekir olmak üzere, Ömer, Sa’d b. Ebû Vakkas, Hamza b. Amr el-Eşlemî, Fâtima, Cudâme bnt Vehb gibi şahâbîlerden almış; tefsir, hadis, fıkıh gibi konularda zamanın otoritesi kabul edilmiştir. İlminden istifade etmek için kendisine müracaat edildikçe bildiği hadisleri rivayet etme fırsatı bulmuştur. Kaynaklarda, kendisinden çok fazla kişinin hadis aldığı nakledilmektedir. Bunlar arasında şahâbîlerden Ömer b. el-Hattâb, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Ebû Hüreyre, tâbîûndan Esved b. Yezîd, Süleyman b. Yesâr, Saîd b. el-Müseyyeb, Tâvûs, İkrime, Mücâhid, Alkame, İbn Sîrîn, Meşrûk gibi şahısların adları zikredilebilir. Zehebî, Hz. Âişe’den hadis alanlardan yaklaşık 200 kadar râvi adını zikretmektedir. 65 yasında iken hicrî 58 senesinin Ramazan ayında Medine’de vefat eden Hz. Âişe’nin cenaze namazını Ebû Hüreyre kıldırmıştır.Hz. Âişe’nin Buhârî’de yer alan tekrarsız hadis sayısı 242’dir. Şahîhayn’da yer alan tekrarsız hadis sayısı ise, bir tesbite göre 297, diğer bir tesbite göre ise 316’dir. Bunun 194’u “müttefekün aleyh” olup, 54’u Buhârî’de, 68’i de Müslim’de yer almaktadır.Bakî b. Mahled’in Müsned’inde mükerrerleri ile birlikte 2210 hadisi bulunan Hz. Âişe’nin, Kutub-i Tis‘a’da yer alan hadislerinin tekrarları ile birlikte sayısı ve kitaplara dağılımı şu şekildedir: Buhârî 991, Müslim 1506, Tirmizî 330, Neşâî 763, Ebû Dâvûd 582, İbn Mâce 503, Ahmed b. Hanbel 2707, Mâlik 122, Dârimî 209. Toplam 7.713 hadis.3. Abdullah b. Ömer: Bakî b. Mahled’in Müsned’inde 2630 hadisi bulunduğu için “müksirûn” sıralamasında üçüncü sıraya yerleştirilmesi gerekmektedir. Hz. Peygamber zamanında henüz küçük yaşta olan Abdullah b. Ömer, Peygamber’den duymadığı hadisleri babası Ömer’den, amcası Zeyd’den kız kardeşi Hafsa’dan, ayrıca Ebû Bekir, Osman, Ali, Bilâl, İbn Mes’ûd ve Hz. Âişe gibi şahâbîlerden almıştır. Kendisinden akraba ve çocukları başta olmak üzere pek çok şahıs hadis rivayet etmiştir. Zehebî bunların 230 kadarını zikretmektedir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra altmış yıl daha yaşamış, böylece bildiği hadisleri rivayet imkâni bulmuştur. Kız kardeşi Hafsa Hz. Peygamber’in hanımı olduğu için Resûlullah’ın yanına sıkça gelmesi kolay olan Abdullah, daha sonra ortaya çıkan siyâsî olaylardan uzak kalarak kendisini hadis rivayetine vermiştir. Abdullah b. Ömer 87 yasında iken hicrî 73 yılında Mekke’de vefat etmiştir.Abdullah b. Ömer’in Buhârî’de 270 adet tekrarsız hadisi yer almaktadır. Şahîhayn’da bulunan tekrarsız 280 hadisin 168’i “müttefekün aleyh” olup, geri kalan 81’i yalnız Buhârî’de ve 31’i de yalnız Müslim’de mevcuttur.Bakî b. Mahled’in Müsned’inde mükerrerleri ile birlikte 2630 hadisi bulunan İbn Ömer’in Kutub-i Tis‘a’da yer alan hadislerinin tekrarları ile birlikte sayısı ve kitaplara dağılımı şu şekildedir: Buhârî 857, Müslim 1549, Tirmizî 379, Neşâî 674, Ebû Dâvûd 488, İbn Mâce 465, Ahmed b. Hanbel 2377, Mâlik 343, Dârimî 205. Toplam 7.337 hadis. 4. Enes b. Mâlik: Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde 2624, Bakî b. Mahled’in Müsned’inde ise 2286 hadisi bulunan Enes b. Mâlik, şimdiye kadar yapılan sıralamada “müksirûn”un üçüncü sırasında yer alırken, burada dördüncü sıraya yerleşmiştir. Enes henüz on yaşında iken Hz. Peygamber’in hizmetine girmiş, böylece onun pek çok sözlerine ve davranışlarına şahit olmuştur. Kendisi Hz. Peygamber’in vefatı sırasında 21 yasında olduğunu söylemektedir. Bizzat Peygamber’den duymadığı hadisleri daha sonra yaşça büyük şahâbîlerden alarak onların halk arasında yayılmasını sağlamıştır. Süleyman et-Teymî, Ebû Kılâbe, Müzenî, Katâde, İbrahim b. Meysere, Zuhrî, Yahya b. Saîd el-Ensârî gibi şahısların da aralarında yer aldığı pek çok kişi kendisinden hadis almıştır. Hz. Peygamber’den sonra uzun yıllar yaşayan Enes b. Mâlik yüz küsur yaşında hicrî 93 senesinde Basra yakınlarında vefat etmiştir.Enes b. Mâlik’in Buhârî’de tekrarsız 268 hadisi yer almaktadır. Şahîhayn’da bulunan tekrarsız 318 hadisin 168’i “müttefekün aleyh” olup, geri kalan 80 hadis yalnız Buhârî’de ve 70 hadis de yalnız Müslim’de mevcuttur.Bakî b. Mahled’in Müsned’inde mükerrerleri ile birlikte 2286 hadisi bulunan Enes b. Mâlik’in Kutub-i Tis‘a’da yer alan hadislerinin sayısı ve kitaplara dağılımı şu şekildedir: Buhârî 900, Müslim 1067, Tirmizî 436, Neşâî 411, Ebû Dâvûd 347, İbn Mâce 341, Ahmed b. Hanbel 2624, Mâlik 37, Dârimî 167. Toplam 6.330 hadis. 5. Abdullah b. Abbas: Hz. Peygamber’in amcasının oğlu olan İbn Abbas, aynı zamanda Resûlullah’ın eşi Meymûne’nin kız kardeşinin oğludur. İbn Abbas Hz. Peygamber’in vefatı sıralarında on üç yaşında olmasına rağmen, onun duasına mazhar olmuş ve daha sonraki yıllarda tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinde otorite sayılmıştır. Hz. Peygamber’in vefatından sonra 58 yıl daha yaşamış, ondan duymadığı hadisleri başta babası, annesi, kardeşi Fadl ve halası Meymûne’den olmak üzere, Ebû Bekir, Ömer, Ali, Ubey b. Ka’b, Abdurrahman b. Avf, Müâz, Hâlid b. Velîd, Ebû Zer, Uşame b. Zeyd, Ebû Hüreyre, Âişe (r.a.) gibi şahâbîlerden öğrenmiştir. Kendisinden, Abdullah b. Amr, Enes b. Mâlik, Ebû Umâme, İkrime, Atâ’ b. Ebû Rebâh, Mücahid, Amr b. Dînâr, Saîd b. el-Müseyyeb, Süleyman b. Yesâr, Tâvûs, Vehb b. M...

Devamını Oku...

Mukillun


MÜKİLLÛN VE HADİS SAYILARI Şahâbe arasında Hz. Peygamber hayatta kaldığı müddetçe onun yanından hiç ayrılmayanlar bulunduğu gibi, onunla sohbeti kısa sürenler de olmuştur. Bu durum tabiî olarak Hz. Peygamber’e ait söz ve fiillerden, bir şahâbînin bildiğini diğer bir şahâbînin bilememesi neticesini doğurmuştur. Esasen Hz. Peygamber’in sohbet halkalarında yetişmiş olan şahâbîlerin tamamının aynı seviyede hadisle iştigal ettiği düşünülemez. Takdir edileceği gibi ilim çok özel bir mesâiyi ve başka işleri terketmeyi gerektirmektedir. Nitekim Hz. Ömer’in, “Yönetici olmadan önce ilim tahsil edin” sözü de bu görüşü teyit etmektedir. Dolayısıyla şahâbe içinde kendisini sırf ilme adamış kişilerin sayısı, şahâbe sayısı ile mukayese edildiğinde arada çok büyük bir farkla karşılaşılacaktır.Şahâbenin sayısı hakkında bilgi veren ilk kaynakların hemen tamamında sözkonusu bilgiler Ebû Zur‘a’nın bir sözüne atfen şekillenmektedir. Şöyle ki, Ebû Zur‘a’ya hadislerin sayısı konusunda bir soru yöneltildiğinde o, “Kim bunu zapt edebilir? Allah Resûlu ile birlikte vedâ haccına kırk bin, Tebuk Seferi’ne yetmiş bin şahâbî katılmıştı” cevabını vermiştir. Ebû Zur’a ile aynı kanaati paylaşan günümüz ilim adamlarından Muhammed Hamîdullah da düşüncesini şöyle ifade etmektedir: “Klasik bir hadis mütehassısı Hz. Peygamber’in şahâbîlerinin sayısının yüz bini aştığını söylemektedir ki bunların her birinin sonraki nesillere en az bir hadis nakletmiş olabileceğini düşünebiliriz? Bu düşünce tarzında mübalağa olmaz, zira bilindiği gibi Hz. Peygamber veda haccı esnasında Arafat’ta yüz on dört bin Müslümana hitap edebilme fırsatını bulmuştu.”Gerek Ebû Zur‘a’nın gerekse Hamîdullah’ın yaklaşımlarının ilmi açıdan tutarlı olduğu söylenemez. varsayımlardan hareket ederek şahâbenin tamamını hadis râvisi kabul etmek ve her şahâbînin hadis rivayet etmiş olacağını düşünmek izahı güç bir durumdur; zira bir ihtisas işi olduğu gibi, hadis rivayeti de başlı başına bir ihtisas alanıdır. Nitekim İbn Abdülber’in de ifade ettiği gibi şahâbenin hepsi aynı seviyede hadis bilgisine sahip değildir. Birinin bildiği hadisleri diğerinin bilmemesi gayet tabiîdir. Bu bakımdan şahâbe nesli de dahil hadislerin tamamını ihata etmek mümkün değildir. Zira bu hadisler ancak kitaplarda toplandıktan sonra mümkün olabilir. Bu sebeple kendilerinden bize hadis rivayet edilen şahâbîlerin sayısı, toplam şahâbe sayısının çok çok altındadır. Nitekim Bakî b. Mahled’in (o. 276/889) Müsned’inde hadisleri bulunan sahabîlerin isimlerini ve rivayet ettikleri hadis sayılarını bir cüzde toplayan İbn Hazm’in (o. 456/1063) Kitâbu’l-‘A’dâd isimli risalesinde bizim tesbitimize göre 1.002 şahâbî adı geçmektedir.Diğer taraftan İbn Hibbân el-Büstî (o. 354/965) kendilerinden rivayette bulunulan şahâbîler için kaleme aldığı “Târîhu’s-şahâbe ellezîne rüviye anhümü’l-ahbâr” isimli eserinde sadece 1.608 şahâbînin biyografisini incelemektedir. Ayrıca Hakim en-Nîsâbûrî (o. 405/1014) hadis rivayet etmiş olan şahâbîlerin sayısının dört bin olduğunu söylemekte, Zehebî işe bu sayının bin beş yüz kadar olduğunu, iki bini asla geçemeyeceğini savunmaktadır. Kutub-i Sitte hadislerini, Tuhfetu’l-esrâf bi ma’rifeti’l-etrâf adıyla şahâbî râvilerine göre yeniden derleyen Mizzî (o. 742/1341), sözkonusu eserinde toplam 1.391 şahâbîden hadis nakletmektedir.Bu bilgiler ışığında kendilerinden bize hadis ulaşan râvi şahâbîlerin sayısının toplam şahâbe sayısına nispetle yüzde bir oranında olduğu görülmektedir. Ayrıca râvi şahâbîler içerisinde kendilerinden çok hadis rivayet edilmiş olan kişilerin oranı da yine aynı şekilde yaklaşık olarak yüzde bir civarındadır. Çünkü kendilerinden binden fazla hadis rivayet edilen şahâbî sayısı sadece yedi kişidir. Bilindiği gibi sözkonusu şahâbîlere müksirûn, binden az hadis rivayet edilen şahâbîler için ise mükillûn terimi kullanılmaktadır.Diğer taraftan şahâbîlerin hadis sayıları verilirken Bakî b. Mahled’in Müsned’indeki hadis sayılarına göre bir takım gruplar yapılmış ve bunun neticesinde çeşitli terimler ortaya çıkmıştır. Tespitlerimize göre ilk olarak İbn Hazm tarafından kullanılan ashâbu’l-ülûf”, ashâbu’l-elf, ashâbu’l-miîn, ashâbu’l-aserât, ashâbu’t-tis‘ate aser gibi terimleri, İbnu’l-Cevzî (o.597/1201) de aynı şekilde kitabında zikretmiştir.Buna göre Bakî b. Mahled’in Müsned’inde kendilerinden hadis nakledilen şahâbîlerden, binden fazla hadis rivayet edilenler sadece yedi, yüz ile bin hadis arasında rivayet edilenler otuz, on ile yuaz hadis arasında rivayet edilenler yüz elli yedi, iki ile ön hadis arasında rivayet edilenler iki yüz kırk iki, kendilerinden ikişer hadis rivayet edilenler ise yüz on beş kişidir. Geriye kalan dört yüz elli bir kişi de “Ashabu’l-vâhid” denilen kendilerinden birer hadis rivayet edilen sahabîlerdir.Dolayısıyla Baki b. Mahled’in Müsned’inde hadisleri yer alan sahabîlerin yarıya yakınından birer ya da ikişer hadis rivayet edildiği, hadislerin büyük bir kısmının ise geriye kalan çok az sayıdaki şahâbîden geldiği anlaşılmaktadır. Genel olarak müksirûn ve mükillûn adı verilken sözkonusu ravilerden müksirûn ve hadis sayıları ayrı bir makalede ele alındığından burada mükillûn ve hadis sayıları üzerinde durulacaktır. A.MÜKİLLÛNHadis rivayeti ile meşhur olan şahâbî şüphesiz sâdece “müksirûn”u oluşturan Ebû Hüreyre, Hz. Aişe, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Câbir b. Abdillah ve Ebû Saîd el-Hudrî’den ibaret değildir. Bu yedi kişi kadar olmasa da, “mükillûn” içerisinde yer alan Abdullah b. Amr, Abdullah b. Mes’ûd, Ömer b. Hattâb, Ali b. Ebû Tâlib, Ummu Seleme, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Berâ' b. Âzib gibi şahâbîlerden de bize pek çok hadis nakledilmiştir. İlk dört halife ve cennetle müjdelenen diğer şahâbîler “mükillûn” içersinde yer almaktadırlar. Bunlardan Ömer b. el-Hattab 537, Ali b. Ebû Talib 536, Osman b. Affan 146, Hz. Ebû Bekir 142, Abdurrahman b. Avf 65, Saîd b. Zeyd 48, Zubeyr b. Avvam 38, Talha b. Ubeydullah 38 hadisi rivayet edilen zevattır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu rakamlar bu şahısların Bakî b. Mahled’in Müsned’inde yer aldığı bildirilen hadislerinin sayısı olup tekrar içermektedir.“Mükillûn” arasından birinci sırayı 848 hadis ile Abdullah b Mesud, ikinci sırayı da 700 hadisle Abdullah b Amr almıştır. Yine “mükillûn” içerisinde yer alan ve “ashâbu’l-mie” (yüz hadis rivayet edilenler) arasına dâhil edilen şahâbîlerden Muâz b. Cebel’den 157, Ebû Eyyûb el-Ensârî’den ise 155 hadis rivayet edilmiştir.Daha önce de belirttiğimiz gibi, şahâbenin bir çoğundan ise bize hiç bir hadis intikal etmemiştir. İbn Hazm’in, Baki b. Mahled’in Müsned’ini esas alarak yaptığı sıralamada kendilerinden on’dan fazla hadis rivayet edilen “mükillûn” sırasıyla şunlardır:Sıra No Sahabe Adı Hadis Sayısı1. Abdullah b. Mesud 8482. Abdullah b. Amr b. el-Aş 7003. Ali b. Ebû Tâlib 5864. Ömer b. el-Hattâb 5375. Ummu Seleme 3786. Ebû Mûsâ el-Eş’arî 3607. Berâ’ b. Âzib 3058. Ebu Zerr el-Gifarî 2819. Sa’d b. Ebû Vakkas 27110. Ebu Umâme el-Bahili 25011. Hüzeyse b. el.Yeman 250 12. Sehl b. Sa’d 18813. Ubâde b. eş-Sâmit 18114. İmrân b. Huşayn 18015. Ebu’d-Derdâ’ 17916. Ebû Katâde 17017. Bureyde b. el-Huşayb el-Eşlemî 167Ubeyy b. Ka’b 164Müâviye b. Ebû Sufyan 163Müâz b. Cebel 157Ebû Eyyûb el-Ensârî 155Osman b. Affân 146Câbir b. Şemura el-Ensârî 146Ebû Bekir eş-Sıddîk 142Mügire b. Şu’be 136Ebû Bekre 132Usâme b. Zeyd 132Sevban, Mevlâ Rasûlillah (a.ş) 128Şemura b. Cundeb 123Numan b. Beşir 102Cerir b. Abdullah 100Abdullah b. Ebû Evfa 95Zeyd b. Sabit 92Zeyd b. Hâlid 81Esma bint Yezîd b. eş-Seken 81Seleme b. Ekva‘ 77Meym&...

Devamını Oku...

Hadisleri Yeniden Anlamak


ÖZETBir hadisin, güvenilir bir râvi kanalıyla nakledilmiş olması, muteber kabul edilen kaynaklarda yer alması ve belli bir dönemde ve bölgede kendisiyle amel edilmiş olması, o rivâyetin dinen bağlayıcı ve her zaman amel edilmeye elverişli olmasını gerektirmez. Hadisler içerisinde bütün sahihlik şartlarını taşısa dahi, zamâna dayanıklı olmayan yani tarihsel, bölgesel ve durumsal olanlar oldukça fazladır. O halde günümüzde bir hadisin değerlendirilmesi yapılırken, sadece hadisin ravisinin güvenilirliği ve muteber kabul edilen kaynaklarda yer alması açısından değil, Hz. Peygamber’in maksadını, hadislerin vurud sebeplerini, hadislerdeki “mecâz”, “tesbih” ve “kinâye” gibi edebî sanatları göz önünde bulundurmak, aynı konuda gelen hadislerin tamamını bir arada incelemek ve en önemlisi hadisleri Kur’ân perspektifinden ele almak gibi bir takım yöntemlere başvurma gereği vardır. Bütün bu faaliyetlerin ardından elde edilen sonucun günümüze uyarlanması konusunda da çaba sarfedilmelidir.

Devamını Oku...

Hadis Sayımı


GİRİŞHadislerin sayısı, tarihi süreç içerisinde artarak devam etmiş ve hicrî III. asırda en üst noktaya ulaşmıştır. Birkaç şahâbîyi istisna edersek râvi şahâbîlerin rivayet ettikleri hadis sayısı çoğu kez iki ve üç haneli rakamlarla ifade edilmektedir. Bugün ulaşılabilen en eski hadis sahifelerine ve cüzlerine bakıldığında ancak birkaç yüz ya da en fazla bin hadis ıhtıva ettiği görülmektedir. Nitekim Ebû Hüreyre’nin (o. 58/677) talebesi olan Hemmâm b. Münebbih’in (o. 101/719) sahifesinde sadece 138 hadis bulunması bu açıdan önemlidir.Diğer taraftan Hz. Peygamber’in, hadisleri yazması için özel izin verdiği bilinen ve Ebû Hüreyre’nin kendisinden daha çok hadis bildiğini belirttiği Abdullah b. Amr’ın (o. 65/684) eş-Sâdika adındaki sahifesinde bin kadar hadisi bir araya getirdiği nakledilmektedir. Daha sonraki hadis sayıları ya da hadis râvilerinin rivayet ettikleri hadis miktarları göz önünde bulundurulduğunda, sözü edilen her iki sahifedeki hadis sayısının, çok az olduğu görülmektedir. Nitekim şahâbe döneminin hemen ardından hadislerin tedvin edilmesinde çok önemli görevler üstlenmiş olan İbn Sihâb ez-Zuhrî’nin (o. 124/741), Hz. Peygamber’in hadislerinin yarısını elde ettiğini ve kendisinin iki bin hadis bildiğini ifade etmiş olması, II. (VII.) asrın başlarındaki hadis miktarını göstermesi bakımından önemlidir.II. (VII.) asrın ortalarından itibaren hadis sayısının ilk döneme oranla hızla arttığı, III. (VIII.) asır ve sonrasında ise yüz binlere hatta milyonlara ulaştığı görülmektedir. Nitekim Ahmed b. Hanbel’in (o. 241/855) bir kimsenin hadis âlimi sayılabilmesi için, en az 300 bin hadisi hıfzetmiş olmasını gerekli gördüğü haber verilmektedir. Ayrıca kendisinin şahîh ve zayıf olarak bir milyon iki yüz bin hadis ezbere bildiği ve Müsned’ini 750 bin hadisten seçerek telif ettiği belirtilmektedir. Yine İbn Hanbel’in, Ebû Zur’a’yı (o. 264/877) göstererek onun 700 bin hadis ezbere bildiğini söylediği de nakledilmektedir.Diğer taraftan Buhârî’nin (o. 256/869), Şahîh’ini 600 bin hadis arasından seçtiği, 100 bin şahîh, 200 bin gayr-i şahîh olmak üzere toplam 300 bin hadis ezbere bildiği ifade edilirken, İmam Müslim’in (o. 261/874), Şahîh’ini 300 bin hadis arasından derlediği haber verilmektedir. Ayrıca Ebû Dâvûd’un (o. 275/888) 4.800 hadis ıhtıva eden Sünen’ini, yazdığı 500 bin hadisten telif ettiği belirtilmektedir. Buna ilave olarak Yahya b. Maîn’in (o. 233/847) kendi eliyle bir milyon hadis yazdığı, Ahmed İbnu’l-Furat’ın ise (o. 258/871) bin yedi yüz şeyhten bir milyon beş yüz bin hadis aldığı bildirilmektedir.Muhaddişlerin hâfizalarında ve ellerindeki yazılı vesikalarda bulunduğu belirtilen yüzbinlerce hadis, tarihi süreç içerisinde hadislerin sayısının ulaştığı boyutu gözler önüne sermektedir. Ancak hadis sayısındaki bu artış ve muhaddişlere nisbet edilen yüksek rakamlar, yanlış anlamalara sebep olmaktadır. Halbuki bu rakamlar tarıklerin ve tabakaların artması, hadis kitaplarında bir takım fayda ve zaruretlerden dolayı hadislerin tekrar edilmesi gibi sebeplerin yanısıra, tamamen izâfîlik arzeden hadis sayımındaki farklı metotlardan da kaynaklanmaktadır.Hadislerin tanımı ve sayımında farklı ölçülerin kullanılmış olması, sonuçta hadislerin sayısını da etkilemiştir. Bu bakımdan hadislerin sayısı ile alâkalı verileri, ilk önce hadis sayımı noktasından ele alma gereği vardır. Hadislerin sayımı konusuna geçmeden önce hadisin tanımı ve kapsamı üzerinde durmamız yerinde olacaktır.

Devamını Oku...

İstanbul'un Fethi Hadisi


GİRİŞArapça kökenli bir kelime olan “Fetih”, kapatmanın zıddı olup açmak demektir. Terim olarak anlamı ise, bir düşman beldesini, bir şehri harp veya sulh yoluyla ele geçirmek ve kapılarını müslümanlara açmak anlamına gelmektedir. “Fetih”, İslam’da bazı yerler için kullanılmış olsa da özellikle iki yer için kullanılmış olması konumuz açısından anlamlıdır.Birincisi, İslam’ın kalbi ve merkezi olan Mekke’nin fethi için Kur’an-ı Kerim’in kırk sekizinci sûresinde kullanılmıştır. Sözkonusu sûrenin ilk ayetinde إنا فتحنا لك فتحا مبينا “Muhakkak ki biz sana apaçık bir fetih verdik” buyrulmaktadır. Bu nedenle bu sûreye Fetih Süresi adı verilmiştir.Kuran’da Mekke’nin fethiyle ilgili geleceğe ait bir haberi vermesine karşın geçmiş/mâzî zaman kullanılmıştır. Arapça gramer kaidesine göre istikbale ait bir bilgi ve haber için geçmiş zaman kipi kullanılması, o olayın kesinlikle vuku bulacağına işaret etmek içindir ki, Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde geleceğe ait olaylar için bu tür ifadelerin kullanıldığı bilinmektedir. Yukarıda da zikredildiği gibi Mekke henüz fethedilmeden önce Kur'an-ı Kerim’de “Biz sana apaçık fetih verdik” demek suretiyle Mekke’nin fethinin kesin olduğu bildirmiştir. Bu ayet ve bu sûre hicretin altıncı yılında Hudeybiye seferinden sonra zılkade ayında nâzil olmuş ve aradan iki yıl geçtikten sonra hakikaten Mekke kan dökülmeden fetholunmuştur.İkincisi, “fetih” kavramı Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’in kendi sözünde çeşitli yerlerin fethi için ve özellikle de Kostantiniyye yani İstanbul için kullanılmıştır. Hz. Peygamber İstanbul’un Fethi için mazı kalıbı değil müzâri yani geniş zaman kipini seçmiş, ancak fiilin hem başında hem de sonunda Arapça’da sözü pekiştirdiği bilinen tekit harflerini kullanmıştır. Fiilin başına lam harfini, sonuna ise şeddeli nun harfini ilave etmiştir. Bu durumda mana daha çok kuvvetlendirilmiş olmaktadır.Diğer yandan Mekke’yi kimin fethedeceği Kuran’da açıklanmış, bu fethin Peygambere nasip olacağı bildirilmiştir. Buna karşılık hadiste ise İstanbul’un kesinlikle fethedileceği müjdelenmiş, ancak ne zaman ve kim tarafından fethedileceği net olarak belirtilmemiştir. Dolayısıyla İstanbul’un alınması Hz. Peygamber'den sonra bütün müslüman komutanların hayalini süslemiştir. Ve nihayet Allah Resûlu'nun bu haberinden sekiz asır sonra İstanbul’un fethi, Büyük Türk Hükümdarı Fatih Sultan Mehmet’e ve onun şerefli ordusuna nasip olmuştur. Fetihlerle İlgili HadislerHz. Peygamber, İslamın ilk yıllarından beri müslümanlar zor günlerde bunaldıkça ashabına, gelecek parlak günleri ve İslam’ın hakimiyetini haber vermiş, bu suretle hem zor ve sıkıntılı anlar yaşayan ilk müslümanları teselli etmiş, hem de düşmanlara karşı tam bir dayanıklık göstermesi bakımından onları eğitmiştir. Örneğin, Mekke’de müşriklerin işkencelerinden şikayet eden Habbab b. Eret’e (r.a.), geçmiş ümmetlerden misaller verdikten sonra, San’a’ dan yalnız başına yola çıkan birinin yırtıcı hayvan korkusu dışında hiçbir korku hissetmeden ta Hadramevt’e kadar emniyet içerisinde yolculuk yapacağı günlerin yakın olduğunu bildirmiştir.Hz. Peygamber müslümanlara Yemen, Şam ve Irak bölgelerinin feth edileceğini, Kisra’nın sarayındaki hazinelerin müslümanların eline geçeceğini yıllar öncesinden haber vermiştir. Rum diyarının yanı Anadolunun fetholunacağını da bildirmiştir. Bunun yanısıra Kostantiniye ve Roma’nın fetholunacağını, Kostantiniyye’nin mi, Roma’nın mı daha önce fetholunacağı sorulduğunda ise, önce Hirakl’ın şehri olan Kostantiniyye’nin yani İstanbul’un feth edileceğini bildirmiştir.Medine döneminde de Hendek Harbi (5/627) öncesinde müslümanlar, büyük bir gayret ve fedakarlıkla Medine’yi savunmak için hendek kazmaya çalışırken, Hz. Peygamber kendilerine Şam, Kisra ve Yemen’in saraylarının ve nüfuz bölgelerinin müslümanların eline geçeceğini müjdelemiştir. Bu müjdeler, müslümanlara içinde bulundukları kötü günleri atlatacaklarını, yani bir anlamda zaferi kazanacaklarını önceden haber vermektedir. Kaldı ki, bu durum asla kuru bir cesaretlendirme taktiği değildir; zira Peygamber hiç kimseyi aldatmaz ve gereksiz konuşmazdı. Onun verdiği haberler şayet ona aidiyeti kesin ise doğru çıkacaktır ve çoğu da doğru çıkmıştır. Bugüne kadar Tarih, şayet doğru anlaşılmışsa Hz. Peygamber’in verdiği hiçbir haberde yalan ve yanlış tespit edebilmiş değildir. İstanbul’un Fethi ile ilgili hadislerİstanbul’un fethiyle ilgili meşhur olmuş hadisin dışında kaynaklarda fetihle ilgili bir çok hadis daha bulunmaktadır ki, bunlarda da İstanbul’un fethi haber verilmektedir. Bu rivayetlerden başka diğer bazı rivayetlerde İstanbul’a İslam ordularının tekbir ve tesbihlerle gireceği ve pek çok ganimet elde edecekleri de haber verilmektedir. Hatta Abdullah b. Amr’dan gelen bir rivayette de, “Kostantinyye’yi ismi benim ismim olan bir adam fethedecektir” denilerek İstanbul’u fethedecek kimsenin isminin Muhammed olacağının haber verilmesi, haberin yer aldığı kaynak pek sağlam kabul edilmese de ilginç bir rastlantıdır. Zira bu kaynak fetihten altı asır önce kaleme alınmıştır. Ebû Nüaym el-Mervezi’nin el- Fiten adlı bu eserinde daha ilginç olan bir şey de, kıyamet âlametlerinin sayıldığı bir rivayette pek çok şey sıralandıktan sonra İstanbul’da bir ateş ve kibritin çıkacağı, bunların dumanının gökyüzünde kalacağının haber verilmiş olmasıdır. Sanki bir anlamda daha sonra icad edilen toplardan bahsedilmektedir. Ancak bütün bu rivayetler içersinde gerek sıhhat, gerek meşhur olma ve gerekse sonuç bakımından aşağıda metnini ve anlamını verdiğimiz rivayet öne çıkmaktadır ki, fetih hadisi olarak şöhret bulan hadisin orijinal metni ve anlamı şu şekildedir: حَدَّثَنَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ أَبِي شَيْبَةَ وَسَمِعْتُهُ أَنَا مِنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ مُحَمَّدِ بْنِ أَبِي شَيْبَةَ قَالَ ثَنَا زَيْدُ بْنُ الْحُبَابِ قَالَ حَدَّثَنِي الْوَلِيدُ بْنُ الْمُغِيرَةِ الْمَعَافِرِيُّ قَالَ حَدَّثَنِي عَبْدُ اللَّهِ بْنُ بِشْرٍ الْخَثْعَمِيُّ عَنْ أَبِيهِ أَنَّهُ سَمِعَ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَلَنِعْمَ الْأَمِيرُ أَمِيرُهَا وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذَلِكَ الْجَيْشُقَالَ فَدَعَانِي مَسْلَمَةُ بْنُ عَبْدِ الْمَلِكِ فَسَأَلَنِي فَحَدَّثْتُهُ فَغَزَا الْقُسْطَنْطِينِيَّةَ Muhammed b. Ebî Şeybe, Zeyd b. el-Hubâb’dan, o, Velid b. Mügire el-Meâfırî’den işitmiş, Velid b. Muğîre Abdullah b. Bisr el-Has’amî’den o da babasından işittiğine göre Nebi (a.s.) şöyle buyurmuştur: “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur.”Abdullah b. Bişr der ki: Mesleme b. Abdülmelik (o. 120/738) beni çağırdı ve bu hadisi sordu. Ben de ona bu şekilde naklettim. Bunun üzerine o, aynı sene Kostantiniyye’yi fethetmek üzere sefere çıktı. İstanbul’un Fethi ile İlgili Hadisin Kaynakları ve Sıhhat DurumuHadis kritiği bakımından özellikle şehirlerin ve şahısların faziletlerine dair rivayetler genel olarak uydurma hadis alanlarıdır. Yani bu sahalarda pek çok hadis uydurulmuş ve yayılmıştır. Dolayısıyla bu tür haberlere temkinle yanaşmak ve araştırma yapmak gerekmektedir. Biz bu nedenle önce hadisin yer aldığı kaynakları sonra da hadisi rivayet eden ravilerin durumunu ele almak istiyoruz.   a. Hadisin Yer Aldığı KaynaklarBilindiği gibi hadis kaynaklarının temelini Kutub-i Sitte adını verdiğimiz altı hadis kitabı oluşturmaktadır ki bunlar, Buhârî (o. 256/870) ve Müslim’in (o. 261/875) Sahihleri, Ebû Dâvûd (o. 275/888), Tirmizî (o. 279/892), Nesâî (o. 303/915) ve İbn Mâce’nin (o.273/886) Sünenlerinden oluşmaktadır. Daha sonraki dönemlerde ise, yine ilk devir hadis kitaplarından olan ve muteber kabul edilen eserlerden Dârimî’nin (o. 255/869) Sünen’i, İmam Mâlik’in (o. 179/795) Muvatta’i ve Ahmed b. Hanbel’in (o. 241/855) Müsned’i bu sayılan altı kitaba ilave edilerek dokuza çıkarılmış ve dokuz kitap anlamında Kutub-i Tis’a adıyla anılır olmuştur. Hadislerin tamamı olmasa da çok büyük bir kısmının söz konusu bu dokuz kitapta yer aldığı, bunların dışında farklı olabilecek çok az hadis bulunabileceği ifade edilmiştir ki, kanaatimizce bu iddia tutarlıdır. Şüphesiz bu eserlerden önce de telif edilmiş hadis sayfaları ya da kitapları olmuştur. Ancak onlar gerek hacimleri itibariyle gerekse sıhhat itibariyle bu sayılanların gölgesinde kalmıştır. Kaldı ki, bu sayılan eserler kendilerinden önce yazılan yüzlerce hadis dokümanından istifade edilerek telif edilmişlerdir.Konumuz olan fetih hadisi, Sahihayn adını verdiğimiz en güvenilir iki hadis kaynağı olarak bilinen Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde yer almamaktadır. Ancak Buhârî ve Müslim’in şartlarını haiz olduğu halde onların kitaplarına almadıkları hadisleri derlemek maksadıyla el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn adlı eserini kaleme alan Hakim en- Neysabûrî (o. 405/1014) fetih hadisini, Buhâri ve Müslim’in şartlarına uygun sahîh bir hadis olduğunu belirterek bilinen şekliyle sözkonusu kitabına kaydetmiştir. Tespitlerimize göre İstanbul’un fethiyle ilgili meşhur rivayetin geçtiği en eski yazılı kaynaklardan biri Ahmed b. Hanbel’in Müsned adlı eseridir. Buhârî ise sözkonusu hadisi, Sahih’ine almamakla beraber et-Târihu’l-Kebîr ve et-Târihu’s-Sağîr adlı diğer iki eserinde rivayet etmiştir.Diğer yandan metin olarak meşhur olan rivayetle sened ve metin bakımından aynı olmasa da Kutub-i Sitte’ye dahil eserlerden İbn Mâce’nin, Ebû Dâvud’un ve Tirmizî’nin Sünen’lerinde İstanbul’un fetholunacağına dair hadislerin yer aldığı görülmektedir. Yine söz konusu Sünen’lerdeki rivayetlere benzer rivayetler onlardan daha önce yaşamış olan Ebû Bekir Muhammed b. Ebî Şeybe’nin (o. 235/849) Müsannef’ adlı eserinde bulunmaktadır. Ayrıca sahih hadisleri derlemek amacıyla yazılmış hadis kitaplarından biri olan İbn Hibbân el-Büstî’nin (o. 354/965) es-Sahih adlı eserinde de benzer bir rivayet yer almaktadır. Süleyman b. Ahmed et-Taberânî’nin (o. 360/971) el-Mu’cemu’l-Kebîr adlı eserinde de İstanbul’un fethedileceğine dair haberlere rastlanılmaktadır.Yukarıda zikredilen eserlerden başk...

Devamını Oku...

Fazlur Rahman'ın Metodoloji Arayışı


ÖZET Fazlur Rahman, Müslümanlar’ın içine düştükleri sıkıntılardan kurtulabilmeleri için Kur’an ve Sünneti iyi anlamaları ve günün şart ve gereklerine göre onları her an yeniden yorumlayabilmelerini zorunlu görmektedir. Bu yüzden o, İslamî ilimler için, öncelikle de tefsir, fıkıh ve hadis ilimleri alanında yeni bir metodoloji arayışına girmiş ve bu alanlarda bir takım ilkeler ortaya koymaya gayret etmiştir. Bu çalışmada Fazlur Rahman’ın tefsir, fıkıh ve hadis ilimleri için ortaya koymaya çalıştığı metodoloji yine kendi eserlerinden hareketle ele alınmaya çalışılacak ve kısa bir değerlendirmesi yapılacaktır.Anahtar Kelimeler: Tefsir, Hadis, Sünnet, Fıkıh, Metodoloji, Reform, Tarihsellik. ABSTRACTFADL AL-RAHMAN’S SEARCHİNG OF METHODOLOGY İN İSLAMİC SCİENCESFadl al-Rahman required to the Müslims to put a good interpretation on Quran and the Sunnah for rescuing from their troubles and reinterpret them related with the day’s conditions and problems. Therefore he tried to reform a new method for İslamic sciences especially in the area of interpretation, İslamic positive law (Jürisprudence or fiqh) and the stüdy of the Prophet Muhammad’s sayıngs (hadith), and put forward some essential principles. İn that stüdy, Fadl al-Rahman’s methodology which were improved for interpretation, Jürisprudence or fiqh and the stüdy of hadith), iş discussed according to his works, and finally it iş taken part of a short critical review.Key words: İnterpretation, Hadith, Sunnah, Jrisprudence, Methodology, Reform, Historical. G İ R İ ŞUzun süre batıda yaşamış biri olarak Fazlur Rahman, Batı dünyası ile İslam dünyası arasında mukayese imkanı bulmuş ve Müslümanların son dönemde içinde bulundukları sıkıntıları çok daha iyi fark edebilmiştir. Onun bu durum karşısında büyük bir ıstırap duyduğu ve duygu ve düşüncelerini her vesile ile ifade ettiği bilinmektedir.Bugün Müslümanlar bir geçiş dönemi yaşamaktadırlar. Şayet bu dönüşüme hazır olunmaz ise, başka bir sosyal ve kültürel düzen tarafından yıkılıp yok olacaklardır. Ona göre Müslümanların geri kalma sebeplerinden biri de ortaçağdaki eğitim anlayışıdır. İlimleri dinî ilimler ve aklî ilimler şeklinde ikiye ayırmak ve birinci ile meşgul olmayı elzem görmek şeklindeki bir yaklaşım tehlikeli gidişatın başlangıcı olmuştur.Fazlur Rahman’a göre, Müslümanların en büyük hatası felsefeyi kınamış olmalarıdır. Esasen Müslümanlar felsefeyi ve aklı geri plana itmeleri sebebiyle, hem kendilerine hem de insanlığa kötülükte bulunmuşlardır. “Sonuç ise, İslam’ın kamburu haline gelen bir nevi Brahmanizm olmuştur. Muhammed İkbal gibi eleştirmen ve sâir birinin kızgınlıkla haykırması, bu sebeple hiç de şaşırtıcı değildir ki, o ıstırabını şöyle ifade etmiştir: “Yüzünüzün çirkinliğinden ayna bile utanç içinde!”Kur’ân-i Kerîm’i anlamaya ve yorumlamaya yönelik olması gereken tefsirlerin büyük bir kısmı sadece gramer tahlilinden ibarettir. Nitekim Beyzâvî’nin (o. 685/1286) medreselerde Kur’an’ı öğretmek için devamlı okutulan meşhur tefsiri bile bu türdendir. İşte böylece insanı sarsan ınkılapçı bir özelliği olan Kur’an gibi dinî bir kitap, gramer ve hitabet süprüntüleri altında gömülü kalmaya mahkum edilmiştir. Çok gariptir ki, Kur’an, bizzat kendi başına hiçbir zaman medreselerde tedrisat konusu olmamıştır. Herhalde Kur’an’ın bu şekilde incelenmeyişi, sadece öğretimle ve Kelâm’la ilgili durumu değil, mevcut toplumsal düzeni değiştirmesinden korkulduğu içindir. Sırf açıklama amacı ile şerh yazma alışkanlığı ve özgün fikir üretme çabalarının istikrarlı bir şekilde yavaşlaması sonucu, İslam dünyası, maalesef tam anlamıyla ansiklopedik bilgi sahibi olan, fakat bir meselede söyleyeceği yeni hiçbir şeyi olmayan bir âlim tipiyle karşı karşıya kalmıştır.Gazzalî (o. 505/1111) ve İbn Teymiyye’nin (o.728/1328) fikirlerinin Müslümanlar ve İşlâmî ilimler üzerindeki baskın etkilerini tartışan Fazlur Rahman, felsefe ile mücadele etmiş olan Gazzalı’yı eleştirmekte ve İbn Teymiyye’nin hareketini de yarım kalmış bir mücadele olarak nitelendirmektedir. Daha sonra Müslüman ülkelerde “ihyacı” hareketin başladığını, bunun da İbn Teymiyye’ye dayanan Vehhâbî hareketine, Kuzey Afrika’da Senûsîler, Batı Afrika’da Fulânîler ve Hindistan’daki paraleli İşlâm’in esas temellerine yani Kur’an ve Hz. Peygamber’in hayat tarzına dayanan geleneğin köklü bir sorgulamasına giriştiklerini gündeme getirmektedir.Fazlur Rahman’a göre, “ihyacı” olarak nitelendirilebilecek fikir akımlarının ardından on dokuzuncu yüzyılın sonlarında çağdaşlaşmayı savunan beş önemli Müslüman düşünür, İşlâm’in ilme olan olumlu tutumunu ve tabiata zarar vermeden araştırmanın teşvik edildiğini seslendirmişler ve bu fikirlerini yaymaya çalışmışlardır. Bu düşünürler, Hindistanlı Şah Veliyyülah ed-Dehlevî (o. 1181/1767), Seyyid Ahmed Han (o 1315/1897), Cemaleddin Afganî (o.1315/1897) ve Seyyid Emir Ali (o.1347/1928), Türkiye’de Namık Kemal (o. 1303/1886) ve Mısır’dan Şeyh Muhammed Abduh (o. 1323/1905) tur.Diğer taraftan Türkiye’ye ve yakın tarihine çok iyi vakıf olan Fazlur Rahman, İşlâm adlı eserinde, Türkiye’de 1949 yılında başlayan örgün İşlâm eğitimi sayesinde bir gelişme olduğunu, Batı kültürüne yakın ve yatkın anlayışı da barındırması sebebiyle İşlâm rönesansının gerçekleşebileceğini ümit etmektedir. Fazlur Rahman, Müslüman modernist olmanın laik anlamına gelmediğini, aksine her alanda İşlâm kimliği taşıdığını belirttikten sonra Müslüman modernistlerin kesinlikle batılı sosyal değerlerin hepsini birden kabul etmeyip, İşlâm’a uymayan yönlerini reddettiğini söylemektedir. Onun düşüncesine göre, Müslüman itirazcılar demokrasiyi reddetmekle açıkça hatalıdırlar. Oysa demokrasi ispat edilebilir ve açık bir tarzda Kur’an tarafından ümmet hayatının ahlâkî temeli olarak emredilmiştir. Bu sebeple Batı demokratik formlarında Kur’an açısından, zararlı ya da kötü bir şey yoktur; dahası bunlar övgüye layık değerlerdir.Fazlur Rahman, Müslümanlar’ın içine düştükleri sıkıntılardan kurtulabilmeleri için Kur’an ve Sünneti iyi anlamaları ve günün şart ve gereklerine göre onları her an yeniden yorumlayabilmelerini zorunlu görmektedir. Bu yüzden o, İşlâmî ilimler için, öncelikle de tefsir, fıkıh ve hadis ilimleri alanında yeni bir metodoloji arayışına girmiş ve bu alanlarda bir takım ilkeler ortaya koymaya gayret etmiştir. Bu çalışmada Fazlur Rahman’ın tefsir, fıkıh ve hadis ilimleri için ortaya koymaya çalıştığı metodoloji yine kendi eserlerinden hareketle ele alınmaya çalışılacaktır. İ. TEFSİR METODOLOJİSİFazlur Rahman’a göre, eski nesiller nasıl Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’in Sünnetini özgürce yorumlamak, yani idealleri ve ilkeleri vurgulamak ve onları kendi zamanlarının yeni yapısı içinde somutlaştırmak suretiyle kendi sorunlarını uygun bir şekilde halletmiş iseler, bizim de aynı şeyleri kendi çabamızla kendimiz için, çağdaş tarihimiz için yapmamız gerekmektedir.Gayet belirli bir şekilde cereyan eden ve etmekte olan toplumsal değişmeyi, gözlerini kapayarak görmezlikten gelip, hâlâ Kur’an’ın kurallarını lafzî (literal) manası ile uygulamakta ısrar etmek, Kur’an’ın toplumsal ve ahlâkî gayelerini, hedeflerini kasden yok etmek demektir. Bu yüzden, Müslüman’ın çağdaş dünyadaki sorunlarına cevap verebilecek bir yorumbilim metodunun geliştirilmesi zorunludur. Oluşturulacak bu yeni metot, bazı unsurları içereceği gibi, diğer bazı unsurları da dışlamalıdır; tamamen Kur’an’ın asıl anlaşılması yönü ile ilgilenmeli, estetik güzelliği ve edebî üstünlüğü gibi yönleriyle vakit kaybetmemelidir.Fazlur Rahman’ın, Kur’an için önerdiği yorumlama süreci, tarihsellik-evrensellik olmak üzere ikili bir hareketi içermektedir. O, bu konuda şu ilkeyi ortaya koymaktadır:Önce, zamanımızdan Kur’an’ın indirildiği ana gitmeli; sonra tekrar oradan, kendi zamanımıza dönmeliyiz. Zira Kur’an, Peygamber’in zamanındaki ahlâkî ve toplumsal durumlara ve özellikle onun zamanında ticaretle uğraşan Mekke toplumunun sorunlarına Peygamber’in zihnî aracılığıyla gönderilen ilahî bir cevaptır. Şu halde birinci hareketin ilk aşaması, hem Kur’an’ın bir bütün olarak ne demek istediğini anlamak ve hem de özel durumlara cevap teşkil eden belli ilkeleri...

Devamını Oku...

Fazlur Rahman Ve Yaşayan Sünnet Kavramı


ÖZET Hadis, Sünnet malzemesini, Sünnet ise bu malzemeden tefekkür yoluyla çıkarılan çözüm yollarını ifade etmektedir. Bu anlamda Sünnet, hadis malzemesinden akıl yoluyla pratik normlar çıkarılmasıdır. Hem yaşayan (fiilî) Sünnet, hem de sayıca çok az olan rivayet (hadis) vasıtasıyla Hz. Peygamber’den nakledilen hususların şahsî yorumlarından üçüncü bir Sünnet anlamı ortaya çıktı ki, bu da Sünnetin içerik bakımından anlamıdır.   GİRİŞ Hadis literatüründe “Sünnet”, “Hadis”, “Rasûlullah’ın Sünneti”, “Nebevî Sünnet”, “Sahabenin Sünneti”, “Kavlî Sünnet” “Fiilî Sünnet”, “Takrirî Sünnet” gibi kavramlar bulunmasına karşın, “Nebevî Sünnet” ve “Yaşayan Sünnet” şeklinde bir ayırıma rastlanmamaktadır. Ne var ki, müsteşrikler arasında ilk olarak Schacht’ın (o.1969) bu ayırımı ihsaş ettiren “Yaşayan Gelenek” (living tradition) tabirini kullandığı görülmektedir. Müslüman ilim adamları arasında ise Fazlur Rahman (o.1988), klasik tasnifin aksine, bu gruplandırmaya benzer bir şekilde “Nebevî Sünnet” ve “Yaşayan Sünnet” (living sunna) kavramlarını gündeme getirmiştir.Sünnet, kelime olarak ister övülmüş isterse yerilmiş olsun takip edilen yol anlamındadır. Muhaddişlerin istilahında, “Hz. Peygamber’den söz, fiil, takrir, yaratılışa ve ahlaka dair sıfatlar olarak şudur etmiş davranıştır.” Fıkıhçılara göre, “Farz ve vâçib dışında Hz. Peygamber’den şudur etmiş dinî hususlarda uyulması gereken her şeydir.” Usulcülerin tanımına göre ise, “Hz. Peygamber’in Kur’an dışındaki şer’î bir hükme delil teşkil eden söz, fiil ve takrirleridir.” Daha genel anlamda tarif edilecek olursa Sünnet: Allah Rasûlu’nun, ümmetine örnek olmak üzere ortaya koyduğu uygulama, dini doğru anlama ve yaşamada örnek alınacak davranışlar bütünüdür.Fazlur Rahman ise, kelime olarak Sünneti “çiğnenmiş yol”, istilahta ise, “sözlü rivayetlerin giderek tatbikata doğru değişen bir süreci sonucu ortaya çıkan ve daha çok takriri veya yaşayan gelenek seklinde tezahür eden uygulama” olarak tanımlamaktadır. O, Sünneti sürekli olarak yeni unsurları özümseyen bir nehir yatağına benzetmektedir. Onun bu tanımı Schacht’ın tanımına çok benzemektedir. Schacht’a göre Sünnet: eski fıkıh ekollerinin anladığı “Yaşayan Gelenek” (living tradition) demektir. Bu yaşayan Sünnet ise, “gelenek” veya üzerinde ittifak edilen amel (amel, el-emru’l-müctema aleyh) demektir. Bu kavramın Peygamber’in hayat tarzı ile hiç alâkaşı yoktur.Öte yandan Fazlur Rahman, Sünneti ikiye ayırmaktadır: birincisi “Mutlak Sünnet” ya da “Nebevî Sünnet”, ikincisi, “Yaşayan Sünnet”tir. “Nebevî Sünnet” bizzat Peygamberimizin davranışlarıdır. Bir başka değerlendirmesinde de Sünneti, “İdeal Sünnet” ve “Yaşayan Sünnet” şeklinde ikiye ayırmıştır. İdeal Sünnet, bizzat Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarının kendisi, Yaşayan Sünnet ise, İşlâm toplumunun İdeal Sünnet çerçevesinde uygulama alanına çıkardığı Sünnettir. 1. Nebevî SünnetFazlur Rahman Nebevî Sünnet’i, özel bir muhtevâ ile dolu olmayan genel bir şemsiye kavram olarak görmektedir. Ona göre belirli bir konuda Peygamber’in özel bir davranışı sözkonusu olmasa bile, yine de o konuyla ilgili Peygamber Sünneti’nden bahsetmek mümkündür. Nebevî Sünnet, İşlâm toplumunun karşılaştığı yeni faktörleri ve etkileri karşılamak için cemaatin “Yaşayan Sünnet”i doğrultusunda yaratıcı bir biçimde ele alınıp yorumlandığı zaman, cemaatin ilk dönemi ile ilgili tarihinde bizler için güçlü yol gösterici ilkeler mevcuttur.Fazlur Rahman, Margoliout (o.1940), Lammens (o.1937) ve Schacht gibi müsteşriklerin, Peygamber’in Sünneti kavramının daha sonraki Müslümanlar tarafından ortaya atıldığı iddialarının aksine, Nebevî Sünnetin daha ilk dönemden itibaren yerini aldığını savunmakta ve şunları söylemektedir:“Peygamber’in Sünneti” daha başlangıçtan beri geçerli ve etkili olan bir kavramdı ve sonraları da öyle kalmıştı. Hz. Peygamber tarafından bırakılan Sünnet’in muhtevası sayı olarak çok zengin değildi ve kesin olarak özel bir anlam ifade etmiyordu. Sünnet kavramı, Hz. Peygamber’in döneminden sonra, sadece bizzat Peygamber’in Sünnet’ini değil, aynı zamanda Nebevî Sünnetin yorumlarını da içeriyordu. Bu son anlamıyla Sünnet, esas itibariyle sürekli bir gelişme süreci olan Ümmet’in İçmâ’sinin bir uzantısı olup onu da içermektedir. Geniş kapsamlı hadis hareketinden sonra, Sünnet, İçtihad ve İçmâ arasındaki organik bağlar yok olmuştur. Bir kere, bir çok haber vardır ki, bunlar Nebevî Sünnet’in içeriğinin tarihi olduğunu ortaya koymaktadır. Meselâ namaz, zekat, oruç, hacc vb. ibadetler, detaylı şekildeki uygulamalarıyla öylesine nebevîdirler ki, bu gerçeğe sadece dürüst olmayan, ya da deli biri inkar edebilir.Diğer taraftan Fazlur Rahman, Hz. Peygamber’in adeta bir teyp gibi görülmesini de tamamen anlamsız kabul etmektedir. Ona göre, Ebû Yusuf’un Kitâbu’l-Haraç’ında Hz. Ömer’in “Hz. Peygamber’in Sünneti”nin öğretilmesi için emir verdiğini bildirmesi de, Nebevî Sünnet’in yaptırım gücünü anlatmaktadır 2. Yaşayan SünnetFazlur Rahman’a göre, hadis, Sünnet malzemesini, Sünnet ise bu malzemeden tefekkür yoluyla çıkarılan çözüm yollarını ifade etmektedir. Bu anlamda Sünnet, hadis malzemesinden akıl yoluyla pratik normlar çıkarılmasıdır. Hem yaşayan (fiilî) Sünnet, hem de sayıca çok az olan rivayet (hadis) vasıtasıyla Hz. Peygamber’den nakledilen hususların şahsî yorumlarından üçüncü bir Sünnet anlamı ortaya çıktı ki, bu da Sünnetin içerik bakımından anlamıdır. Aşağıdaki örnekler bunu kanıtlamaktadır:Abdurrahman b. Mehdî’nin (o. 198/813) şöyle dediği rivayet olunmuştur: Sufyan Sevrî Sünnet konusunda değil, fakat hadis konusunda bir otorite (imam) idi; Evzaî (o.157/774) için ise aksi sözkonusu idi. İmam Malik (o.179/795) işe bu iki özelliği şahsında mükemmel bir biçimde bir araya getirmiştir. Ebû Dâvûd (o. 275/888) “Bu hadiste beş Sünnet bulunmaktadır. Yani amelî kurallar niteliğindeki beş husus bu hadisten çıkarılabilir demektedir.İmam Mâlik’in, “Bu aynı zamanda bizde olan Sünnettir”, “Fakat bizde olan Sünnet şudur” ya da sıkça bizim uygulamamız (emr veya amel) şudur.” ya da “üzerinde görüş birliğine vardığımız uygulama (emru’l-müctema aleyh) şudur.” Bazan, “yerleşmiş olan Sünnet budur (kad medat eş-Sünnetu) sözlerinden Fazlur Rahman, o sıradaki (Medine’deki) uygulamaların Sünnet kapsamında değerlendirildiğini anlamaktadır.Fazlur Rahman’a göre, hadis ilimlerinin altın çağı olarak nitelendirilen dönemdeki faaliyetlerin (hadis hareketlerinin) ortadan kaldırmayı hedeflediği Sünnet bu ikinci kısımdır. Hadis hareketinin birçok zararları olmuştur. İlk önce içtihad hareketlerini baltalayarak İslam düşüncesini donuklaştırmıştır. Zira muhaddişler, hadisi mutlak anlamda kullanıyor ve yorum yapmıyorlardı. Halbuki insan davranışları benzerlik arzetse bile, hiç bir zaman aynı olamazlar.Ebû Hanife ve İmam Mâlik’in sünnet anlayışlarını kendisine daha yakın bulduğu anlaşılan Fazlürrahman, Safiî’nin içtihad ılkesi yerine hadisi monte etmesini, yeni yorumlara mani olması sebebiyle eleştirmekte ve bu konuda şunları söylemektedir:Hadisi, yaşayan Sünnetin yerine, içtihad ılkesi olarak yerleştiren Safiî’dir (o.205/820) Genel olarak söylemek gerekirse büyük ölçüde içtihada dayanan eski hukuk ekollerinin “yaşayan geleneği” (living tradition) ilk olarak ortaya çıktı; ikinci merhalede sahabîlerin himayesine sokuldu; hicrî ikinci yüzyılın ortalarına doğru hadisçilerce yayılan hadisler bu “yaşayan geleneği” sarsarak etkiledi ve yalnızca Safiî hadislere üstün bir mevki sağladı. Böylece daha sonraki fukaha, daha katı bir tutum içerisine girerek Sünneti de mutlak olarak yorumlamaya başlamışlardır. Geniş ölçüde Safiî’nin çabalarından ötürü sö...

Devamını Oku...

Dini rivayet


DİNİ RİVAYETLERZâkır Kâdirî Ugan* Sadeleştiren: Yrd.Doç.Dr. Mustafa KARATAŞ** ÖZETRivayet İlmi, hadislerin sıhhatini tespitte çok önemli bir yer tutmaktadır. Ancak hadislerin intikali ve yazılması, İncil’in İsa’dan (a.ş.) sonra yazılmasını an imsatmaktadır. Özellikle Ka’b el-Ahbar’dan etkilenen ve dolayısıyla da “israiliyat” nakleden Ebû Hüreyre’nin rivayetleri, adeta Tevrat ve Talmud’un bir kopyası gibidir. Diğer taraftan Sahabenin tamamının âdil kabul edilerek, rivayetlerinin tenkit dışında tutulması ve şahıslarının eleştirilmemesi isabetli değildir. Ayrıca hadisin sıhhatini tespit ederken senede yönelerek metni ele almamak, hadisçilerin en büyük kusurlarından birini teşkil etmektedir. Bu ve benzeri ihmaller sebebiyle hadislerin sıhhatine gölge düşmüştür. Bu tenkitlerimizden bizim de Hadis karşıtı olduğumuz anlaşılmamalıdır. Zira hadisler, Kuran-ı Kerimi anlamak, İşlâmiyet’i aslî şeklinde öğrenmek, İşlâm medeniyet ve tarihini bilmek, ilk devirlerdeki Müslüman toplumların fikrî, hatta sosyal ve siyasî gelişimini incelemek açısından oldukça önemlidir. SUMMARYThe science of Narrative (ilm al-rivâya), plays very important role in confirmation of the correctness of traditions (ahâdith). But the transmission and recording of traditions, looks like the writing of Bible after Jesus. The narrative of Abu Hurayra who impressed by Ka’b al-Ahbar and transmitted “israiliyyat” from him resemble like a copy of Torah and Talmud. On the other side, it is not possible to see all of Companions (ashâb) as confident, and accept their narratives without criticism and not to critize narrators. One of the big mistakes of the Muhaddith related to confirmation of tradition, is that they concerned with the tradition’s isnad, neglecting the text of the tradition. Because of these neglects there are some hesitations about tradition’s correctness. This criticism doesnt mean I’m against the tradition. Traditions are very important to understand Quran, learn original Islam, know Islamic Civilization and History, study intellectual, social and politic development of early Islamic sociaties.   GİRİŞDini rivayet denildiğinde genellikle din ve onun hüküm ve kaideleriyle ilgili olan rivayetler anlaşılmaktadır. Dini rivayetten maksat rivayet edilmiş ahkam ve dinî kaideleri, o dini getiren zâta isnat etmek ve ulaştırmaktır. Diğer bir deyişle söz konusu rivayetlerin Hz. Peygamberin fiili, sözü, emri veya takririyle sabit olduğunu ispat etmektir. Matematik ve fen gibi müspet bilimlerde teoriler belirli bir metot, sistem ve kesin delillerle ispat edilir. Tabiatuştu ve felsefi ilimlerin de bir davayı ispat etmek için özel bir sistemleri bulunmaktadır. Ayrıca dil, tarih ve dini ilimlerde de bir tezi ispatlamanın belirli argümanları vardır.Bir sözün nasıl telaffuz edildiği ve ne gibi şekillerde kullanıldığı, yazı ile kaydedilmeden önce bir şiirin veya bir kaside ve recezin nasıl okunduğu ve yine yazı ile tespit edilmeden evvel bir kavmın ve bir kabilenin tarihi ve hatta ruhî halleri hep rivayet ve isnadlar sayesinde bilinmektedir. Kısaca bu ilimlerde ortaya konulan bir görüş, rivayet ve isnadlarla ispat olunmaktadır. Bu gibi ihtiyaçlar sebebiyle her millet geçmişte olduğu gibi bugün de rivayetle meşgul olmaktadır.Dinler gerek semâvî ve gerek gayr-i semavî olsun geniş bir şekilde rivayetten yararlanmışlardır. Tevrat ve İncil, bugünkü şekliyle tespit edilmesini rivayete borçludur. Peygamberlerin şecereleri, vasıfları, semâili, fiilleri ve gerçekleştirdikleri inkılaplar vs. hep rivayet sayesinde tespit edilmiştir.Peygamberlerin amel ve fiilleri açıklanırken yine rivayetten istifâde edilmiştir. Hatta onların sözlerinin, rivayet vasıtasıyla tespit edilmiş olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Nitekim Samanlık tabir edilen eski Türk dinini, bu dinin râvileri olan Samanlar sâyeşinde öğrenmekteyiz. Saman dinindeki duaların, bize kadar ulaşmış olmasını da yine rivayete borçluyuz. Resullerin fiillerini yazıyla aktaranlar, Hıristiyanlığın o devirlerdeki durumunu nasıl rivayet yöntemiyle yazmışlar ise, eski Türk dinleri üzerine çalışan Türkiyat bilginleri de, Saman dinini ve onun dualarını, Sibirya'nın uzak bozkırlarına giderek Sâmanların ağzından dinlemek suretiyle tespit etmişlerdir.Eski Arap dinlerinden de rivayet sayesinde bilgi edindiğimiz bilinmektedir. İşlâm’dan önce Araplar arasında, dinî içerikli haberleri rivayet eden özel bir sınıf mevcut olup, bunlara “kâhin” adı verilirdi. Bu rivayetler arasındaki farklılıklar, ancak şekil, araç ve zaman aşımı bakımından, ayrıca rivayet edilen mevzuların değişik oluşunun yanı sıra onun sıhhat derecesinden ve bu hususta kabul edilmiş farklı yaklaşım ve metotlardan kaynaklanmaktadır.Diğer taraftan Sâmi ırkına mensup milletler, başka milletlere oranla hayal gücü bakımından daha zengindirler. Onlar, duyu organları ile muşâhedesi mümkün olmayan Allah, tevhit ve diyânet gibi manevî konulara, her toplumdan daha ileri düzeyde ilgi duymuşlardır. İ. TEVRAT VE RİVAYETDinî metinlerin bize ulaşmış olanlarının en eskisi Tevrat’tır. Bu kitap bizim konumuz için oldukça zengin malzeme içermektedir. İçindekiler kısmından birinci kısım olan “Tekvînu'l-mahlukât”dan başlamak suretiyle sonuna kadar göz gezdirilecek olursa, bu eserde birçok eski Sâmi şiirlerine tesadüf edilecektir. Nitekim “Tekvînu'l-mahlukat”, 5,22,23,24’de “‘Âde” ve “Vasle” hakkındaki ayetler eski Sâmi şiirlerinin bir parçasıdır. Mesela, Yûsa (Yesû), Musa (a.ş.) Sina dağından indiği zaman İsrailoğullarının gürültülerini işittiğinde “Mahallede muharebe sedası var” demiştir. Buna karşılık Musa da, “Bu galip olanların sedası değil ve mağlup olanların sedası da değil, ben terennüm sedası ısıtıyorum” cevabını vermiştir. Mezâmir kısmı gözden geçirildiğinde ise, ilâhilerden ve münacatlardan oluşmuş bir şiir mecmuası göze çarpar. Zira bu mezamirlerin çoğunun konu başlarında musikici başı için Davud tarafından yazılmış olduğu açıkça zikredilmektedir. Mesela 5. mecmuanın “Nehilot” nefesle çalınan musiki âleti ile 6. mezmurun “Neğinût” üzere seminiyet gereğince ve 8. mezmurun “Kîttît” (Bir nevi musiki üzere çalınmak için Davud (a.ş) tarafından yazılmış olduğu belirtilmektedir), diğer mezmurların bab başlarında da çalgının cinsi ve musikici başı için çalındığı ifade edilmekte ise de sözü uzatacağı endişesiyle onlar, ayrı ayrı zikredilmemiştir. Kısaca Davud'un mezamiri mensûr şiirlerden oluşmaktadır. Bu mezmurlarda bazen lirik türden olan şiirlere de tesadüf edilmektedir. Mesela 9. mezmurun 14. ayetinde “Ta ki, Sahyûn kızının kapılarında cümle meddahlarını hikâye edeyim" denilmektedir.“Ahd-i Kadim”in bir kısmı olan “Emsâl-i Süleyman” İsrailoğulları Meliki Davud’un oğlu Süleyman’ın emsâlini, yani anlamlı ve hikmetli sözlerini içermektedir. “Ağniyatu'l-eğânî”ve “İsaya” kısımlarının da mensur şiirlerden teşekkül ettiği ilk bakışta göze çarpmaktadır. “Ağniyatu'l-eğâni”nin ikinci ayetinden başlayarak incelenecek olursa, onun genellikle “lirik” mahiyetde şiirler olduğunu derhal kavramak mümkün olacaktır. Nitekim ikinci ayetinde “Ağzının oymalarıyla beni opsun; zirâ aşkın, şaraptan âlâdir” ve üçüncü ayette “Senin bağların hoş râyihalidir. Senin ismin dökülmüş yağdır. Bu sebepten dolayı bakireler seni severler”; Beşinci ayette, “Ey Oriselim kızları kaydan çadırları Selime'nin perdeleri gibi esmer isem de güzelim”; Dokuzuncu ayette, “Ey mahbubem seni Firavun'un arabalarındaki kısraklara tesbih ettim” denilmektedir.Tevrat da bir de mersiyeler kısmı vardır. Sâir Peygamber Eremyâ, İsrailoğullarının esareti münasebetleriyle birçok mersiyeler söylemiştir. İsaya’nın ise bir sâir ve muharrir olduğu ilk bakışta göze çarpmaktadır.Ahd-i Atık'ın zikrettiğimiz kısımların müellifleri olan sözkonusu İsrailoğullarının nebi ve resullerinin kendi şiirlerinden başka, bir de diğer Sâmi şairlerinin şiir parçaları da ilave edilmiştir. Tevrat’ın bu kısımlarında yer alan bu şiirlerin, eserlerin rivayeti sayesinde muhafazâ edilmiş olduğu gayet açıktır. Gerek Ahd-i Atık ve Ahd-i Cedid'in, tarihî, hikâyemsi ve efsanevî kısımlarının ve gerekse İsrailoğulları içerisinde yetişmiş nebi ve resullerin nesep ve şecerelerine dâir olan kısımlarının rivayete dayanmış olduğunda şüphe yoktur.Ahd-i Atık’ın, “Tekvinu'l-mahlukat” kısmında yer alan Adem ve Havva, Hâbil ve Kabil, insanoğlunun çoğalması ve Nuh'un gemisi ve Nuh kıssası (6.,7.,8. bablar) Nuh'un gemiden çıkan evladı, ( 9. bab) ve onların nesli (10.bab) ve lisanları...

Devamını Oku...

Kusuf hadisleri


ASTRONOMİK HESAPLAR IŞIĞINDA KUŞÛF HADİSLERİ Dr. Mustafa KARATAŞ Kuşûf namazının kılınışı ve rekâtlarının sayısı hakkında hadis eserlerinde çeşitli ve birbirinden farklı haberler bulunmaktadır. Esasen on dokuz ayrı şahâbîden gelen bu hadislerde, bir grup rivayette Hz. Peygamber’in iki rekâtli bir namaz kıldığı ve herbir rekâtta ikişer rukû yaptığı haber verilirken bir başka grup rivayette ise bir rekâtta üç rukû, bazılarında da dört rukû yaptığı belirtilmektedir. Hatta bazı rivayetlerde her rekâtta beşer rukû yaptığı dahi zikredilmektedir. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in kuşûf namazında kıraatı sesli yaptığı rivayetlerine rastlanırken, bazı hadislerde sessiz yaptığı haber verilmektedir. Bu rivayetlerin bir kısmında Hz. Peygamber’in, güneş tutulduğu sırada namaz kıldırdığı ve güneş ve ayın kimsenin ölümünden dolayı tutulamayacağına dair hutbe okuduğu belirtilirken diğer birtakım rivayetlerde ise Hz. Peygamber’in namaz kılış şekli ve hutbesinde sarfettiği sözler farklı şekillerde nakledilmektedir. Öyle ki, bazı rivayetlerde namazın ardından irad ettiği hutbede secde esnasında cennet ve cehennemi gördüğünü açıklayan konuşmalar yaptığı da anlaşılmaktadır. Öte yandan hadis eserlerinde kuşûfla ilgili rivayetlerin bir çok varyantı Hz. Âişe’den (o. 58/677) nakledilmektedir. Bu rivayetlerin tek bir olaya ait olduğu düşünüldüğü taktirde, rivayetler arasındaki teâruzu gidermek oldukça zor görünmektedir. Nitekim sözkonusu hadislerle ilgili yorum yapan âlimler de olayı farklı şekillerde izah edebilmişlerdir. Safiî (o. 154/770), Ahmed b. Hanbel (o. 241/855), Buhârî (o. 256/869), Beyhakî (o. 458/1066) ve İbn Kesîr (o. 774/1372) gibi âlimler Hz. Peygamber’in tek bir sefer kuşûf namazı kıldırdığını iddia ederlerken, İshak b. Râhûye (o. 238/852), İbn Çerîr (o. 256/870) ve İbnu’l-Munzir (o. 303/915) gibi âlimler ise, kuşûf ölayının birden fazla meydana gelmiş olabileceğini, rivayetlerdeki ihtilafın sebebinin olayın tekerrür etmesinden kaynaklandığını ileri sürmektedirler. İmam Nevevî de (o. 676/1277), Müslim Şerhi’nde kuşûf hadisleri arasındaki farklılıkların, Rasûlullah zamanında güneş tutulma olayının birden fazla meydana gelmiş olmasından kaynaklandığını, tutulmanın kiminde uzun sürdüğünü, kiminde ise kısa sürmüş olabileceğini, bu nedenle kuşûf namazındaki rukû sayısının da farklı olduğunu ifade etmektedir. Ne var ki sözkonusu hadisleri yorumlayanlar arasında Tecrid-i Şarîh mütercimi ve sârıhı Ahmed Naim Efendi’nin (o. 1934) konuya yaklaşımı tam anlamıyla harikadır.Babanzâde Ahmed Naîm Efendi Tecrid Şerhi’nde, kuşûfla ilgili hadisler arasında görülen farklılıkların izah edilebilmesi için, yeni astronomik çalışmalara ihtiyaç olduğunu belirterek, bu hesaplar neticesinde kuşûfla alâkalı hadisleri daha iyi tahlil edebilmenin mümkün olacağına dikkat çekmekte ve özet olarak şunları söylemektedir: “Hele ahd-i çelîl-i Nebevîde kuşûfun tekerrür ettiği sâbit olursa rivâyâti şahîha beynindeki ihtilâfâti cem‘ ve telif etmek hayli kolaylaşır gibi görünür. Lakin bunu kestirmemiz mümkün değildir. Hitta-i Hiçâziyyede ahd-i çelîl-i Risâlet-Penâhî’de kâbil-i rü’yet kuşûfların adedini tesbit etmek ehl-i hisabın işidir. Bunu yapacak bir sâhib-i himmet zuhûr eder ise rivâyâtin karanlık bıraktığı bazı cihetler ihtimâl ki kesb-i vuzûh eder... Binâenaleyh kalbe itmi’nân-i tâm gelebilmek için - tekrar ediyorum - evvel be evvel doğru bir hesâb-i nuçûmiye ihtiyacımız vardır.” Memnuniyetle belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber’in yaşadığı yıllarda Hicaz Bölgesi’ndeki astronomik olaylar üzerine günümüzde bir çalışma yapılmak suretiyle yıllar sonra Ahmed Na‘îm Efendi’nin bu arzusu gerçekleştirilmiştir. Yapılan bir araştırmaya göre Hz. Peygamber’in risâlet döneminde Hicaz bölgesinde çıplak gözle görülebilecek şekilde Mekke’de bir defa Medine’de ise iki defa güneş tutulduğu tesbit edilmiştir ki bunların miladî olarak şu tarihlerde vuku bulduğu görülmektedir.1. 2 Eylül 620, Salı günü saat 9.43 (Mekke).2. 21 Nisan 627, Salı günü (hicrî 5. yıl, 29 Nesi’ ayı) saat 9.43 (Medine).3. 27 Ocak 632, Pazartesi günü (hicrî 29 Şevvâl 10. yıl) saat 9.42 (Medine).Ahmed Naîm Efendi’nin de dikkat çektiği gibi kuşûfla ilgili rivayetleri ilmî veriler ışığında yeniden değerlendirmek gerekmektedir. Bu nedenle konuyla ilgili rivayetler sözü edilen üç tutulma olayından ait olduğu yere göre tasnif edildiğinde şöyle bir tablo ile karşılaşılmaktadır: Birinci Tutulma Olayı (2 Eylül 620 Salı, saat 9.43, yer: Mekke)Hadis eserlerinde Hz. Peygamber’in zamanında Mekke’de güneş tutulmasını ve Peygamber’in namaz kıldırdığını açıkça belirten bir rivayet tesbit edebilmiş değiliz. Ancak Sünen-i Neşâî’de yer alan bir hadiste Hz. Âişe’den, Resûlullah’ın Zemzem kuyusunun gölgeliğinde kuşûf namazı kıldırdığı rivayet edilmektedir. Hadis şu şekildedir: “Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Zemzem kuyusu gölgeliğinde (suffetu zemzem) dört secdeli bir namazda (iki rekâtta) dört rukû ile kuşûf namazı kıldırmıştır.” Zemzem kuyusu Mekke’de olduğu için bu tutulma olayı ve kuşûf namazı Mekke’de meydana gelmiş olmalıdır. Ne var ki, sözkonusu hadisi serheden Suyûtî (o. 911/1505) ve Sindî (o.1136/1723) Resûlullah’ın yalnız bir defa kuşûf namazı kıldırdığı, onun da Medine’de olduğu görüşünü savunan âlimlerden yana tavır alarak Neşâî’nin (o. 303/915) yanıldığını iddia etmişler ve bu haberi kabule yanaşmamışlardır. Halbukî Hz. Peygamber’in risâlet yıllarında Mekke’de 2 Eylül 620 tarihinde güneş tutulması olduğu bugünkü ilmî tesbitlerden anlaşılmaktadır. Hz. Âişe’den rivayet edilen sözkonusu hadis, birkısım hadisçi tarafından eleştirilse de, bu veriler ışığında ele alındığında sahih kabul edilmelidir. Kaldı ki, âlimler arasında kuşûf ölayının tekerrür ettiğini savunanlar da az değildir. Dolayısıyla sözkonusu hadisin Mekke’de meydana gelen tutulma olayını anlattığını ifade etmek mümkün görünmektedir. Diğer taraftan Buhârî’de bab başlığı olarak rivayet edilmiş senedsiz (muallak) bir rivayette, daha sonraki yıllarda Abdullah İbn Abbas (o. 68/687) ve Abdullah İbn Ömer’in (o. 73/692) Zemzem kuyusu gölgeliğinde Kuşûf namazı kıldırdıkları bildirilmektedir. Özellikle Abdullah b. Ömer’in her alanda Resûlullah’ı taklit ettiği düşünülecek olursa, bu rivayet de Hz. Peygamber’in Zemzem Kuyusu gölgeliğinde kuşûf namazı kıldırmış olabileceği kanaatini pekiştirmektedir. İkinci Tutulma Olayı (21 Nisan 627 Salı, saat 9.43, yer: Medine)Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’in vefatından bahseden küsüf hadislerinin ileride de açıklanacağı üzere Medine’de 632 tarihinde meydana gelen güneş tutulması olduğu gayet açıktır. Ancak Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’in vefatından bahsetmeyen ya da Resûlullah’ın güneş ve ayın Allah’ın iki âyeti olduğu, onların bir insanın vefatı veya doğumu sebebiyle tutulmayacaklarına dair hutbesine yer vermeyen hadislerin bir bölümünün Medine’de 632 yılında vukû bulan üçüncü güneş tutulması olduğunu söylemek çok zor görünmektedir. Dolayısıyla bu rivayetler 2 Eylül 620 yılında Mekke’de ve 21 Nisan 627 yılında Medine’de vuku bulan ilk iki güneş tutulmasıyla alâkalı olmalıdır. Günümüzde elde edilen ilmî verilerden Medine’de vuku bulan birinci güneş tutulmasıyla ikincisi arasında yaklaşık beş yıl geçtiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Medine’deki ilk tutulma olayını anlatan hadislerde İbrahim’in vefatından ve Resûlullah’ın onun vefatıyla ilgili hutbesinden söz edilmemiş olmalıdır. Nitekim Şemure b. Cundub’ten (o. 58/677) rivayet edilen bazı hadislerde İbrahim’in vefatından ve Hz. Peygamber’in hutbesinden hiç bahsedilmemektedir. Ayrıca Nûmân b. Beşîr’den (o. 65/684) gelen bir rivayette Resûlullah’ın güneş tutulduğunda diğer namazlardan farklı bir namaz kıldırmadığı, her zamankine benzer iki rekât namaz kıldırdığı bildirilmektedir. Diğer yandan Câbir b. Abdillah’tan (o. 74/693) rivayet edilen bir hadiste de olayın çok sıcak bir günde meydana geldiği anlatılmaktadır. Her ne kadar bu hadisin sonunda Resûlullah’ın bir hutbesinden bahsedilse de bu rivaye...

Devamını Oku...

Isnad


HADİSLERDE İSNÂD SİSTEMİÖZET İslâm’dan önceki devirde Araplar arasında şiirlerin naklinde rivayetler söyleyene nispet edilmekteydi. Bu anlamda düzenli olmasa da Yahudilerin ve Hindlilerin de isnada benzer bazı uygulamalarının olduğu bilinmektedir. Fakat isnad, İslamiyet’le birlikte hadis sahasında kullanılmaya başlandıktan sonra sistemli bir şekilde gelişmiş ve özellikle hadis rivâyetinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. SUMMARYTHE SYSTEM OF İSNAD IN THE HADİTHThe isnad which informs us tarık’s of the Hadith matns had been used unregülarly for survive of poetry in the pre-İslamic era. Büt isnad had got importance after using of the Hadith transmissions and made non-separatıon for them. The dişçiplince and fastidiouşness in the transmisson of the Hadith led the orientalısts, non-proofly, to criticize the ınstitution. GİRİŞSened ve metin kısımlarından meydana gelen hadislerin, rivayet ve intikal aşamalarını yansıtan isnad, son dönemde belki de hadisin metninden daha çok tartışmaların odak noktası haline gelmiştir. İsnadın doğuşu, gelişimi ve sistemli olarak ne zaman kullanıldığı hususu özellikle müsteşrikler tarafından tartışma konusu yapılmaktadır. Gerek geçmişte gerekse günümüzde bazı oryantalistler isnadın iddia edildiğinin aksine erken dönemlerde değil, daha sonraki zamanlarda teşekkül ettiğini ifade etmektedirler. Hatta bu düşüncelerini daha da öteye götürenler, hadislerin senedlerinin bir kısım raviler tarafından uydurularak hadisin baş tarafına ilave edildiğini savunmaktadırlar. Bu bakımdan Hadislerde İsnad Sistemi adını verdiğimiz bu makalede isnadın doğuşu, önemi, tarıkler, âlî ve nâzil isnad, ve esahhü’l-eşânid gibi konular ele alınacak ve isnad konusundaki tartışmalara ışık tutmaya çalışılacaktır. 1. İsnâdin DoğuşuHadisin metnini, hadisi söyleyenine râviler vasıtasıyla ulaştırmak, ya da bir başka deyişle, hadis metninin tarîkinden haber vermek olan isnâdin ne zaman kullanılmaya başlandığı konusunda çeşitli görüşler mevcuttur. Şahâbenin çoğunluğunun hayatta bulunduğu birinci asrın ilk yarısında, Hz. Peygamber ile sahabîlerin arasında hadisi kendilerine nakledecek bir başka nesil bulunmadığına göre, birbirlerinden işittikleri hadisler dışında, isnâdin düşünülmemiş olmasını doğal saymak gerekir. Ancak bu durumun uzun süre devam etmediği de bir gerçektir.Üçüncü halîfe Osman İbn Affân’in (o. 36/656) şehit edilmesi, onun ardından Hz. Ali (o. 40/660) ile Hz. Muaviye (o. 60/679) arasındaki mücâdele ve nihâyet Sîa ve Hâriçîler gibi fırkaların ortaya çıkışı, hadis uydurmaya yol açan etkenlerin başında yer almış ve zaman ilerledikçe hadis uydurma işi bütün süratiyle yayılmıştır. Bu durum hadisleri korumak isteyenlerle, hadis uyduranlar arasında çetin bir mücadelenin başlamasına zemin hazırlamıştır. Sahabiler hadis rivayeti karşısında rivayet edilen hadisten emin olmak için kendi aralarında şahit aramışlar, bazan rivayetleri tashih etmişler, bazan da hadisi nakledene yemin ettirmek gibi bir takım tedbirlere başvurmuşlardır. Daha sonra birtakım ihtilaflar sebebiyle fitneler çıkmış, bu fitnelerin ardından değişik fırkalar birbirlerini telin, tezyif ve tekfir etmek amacıyla bir kısım hadisler uydurmuşlardır. Bu durum hadis rivayeti esnasında daha dikkatli ve titiz olunmasını gerektirmiştir.Hz. Ali ile Hz. Müâviye arasındaki ihtilâfin harp şeklini alarak, kanların dökülüp canların telef olmaya başladığı hicretin kırkıncı yılı, sünnetin yalan ve uydurmadan münezzeh olması ile, yalan ve hadis uydurma hareketinin çoğalarak siyâsî maksatlarla ve dâhilî bölünmelere hizmet için kullanılmaya başlaması bir dönüm noktasıdır. Bu fitne hareketinin zuhurundan sonra insanlar artık haberlerin senedlerini soruşturmaya başlamıştır. Ehl-i sünnet’ten olanların hadisleri alınmış, ehl-i bid’at’tan olanların hadisleri de terk edilmiştir.Hicretin 110 senesinde vefat eden Muhammed b. Sîrîn’in şu sözü, isnadın çok erken tarihlerde uygulandığını ortaya koymaktadır. İbn Sîrîn şöyle demektedir: “Önceleri isnâd sorulmazdı. Ne zaman ki fitneler zuhur etti o zaman isnâd sorulmaya başlandı. Hadisin râvileri ehl-i sünnet’ten ise hadisi alındı, ehl-i bid’at’ten ise hadisi alınmadı.”İbn Sîrîn’in, “önceleri isnâd sorulmazdı...” sözü, fitne devrine kadar isnâdin hiç kullanılmadığı anlamına gelmez. Aksine bu ıfâde, fitneden önce de isnâdin kullanıldığı intibâini vermektedir. Râviler onu tatbik bakımından o kadar titiz değillerdi. isnâdi bazan uyguluyor bazan de ihmal ediyorlardı. Fakat fitneden sonra daha müteyakkiz olmaya, bilgi kaynaklarını araştırıp tetkik etmeye başladılar. Birinci asrın sonunda isnâd artık iyice tekâmül etmişti.Ebu’l-Âliye (o.90/708), “Biz Basra’da Resûlullah’ın (s.a.v.) ashabından nakledilen birtakım rivayetler ışıtırdık. Fakat onların yanına gidip bizzat ağızlarından duymadıkça gönlümüz rahat etmezdi” demektedir.İbrahim en-Nehâî (o.96/714) işe şöyle demektedir: “Selef, bir kişi tarafından rivayet edilen garib hadisleri sevmezlerdi. Hadislerin çeşitli tarıklerini ararlardı. Bir adamdan hadis alacakları zaman onun namazına, umumi haline ve alametlerine bakarlardı.” İbrahim en-Nehaî bu sözüyle kendinden önceki devirlerde hadis nakli sırasında dikkatli davranıldığı hususunda bilgi vermiş olmaktadır.Ebû Yezîd b. Hubeyb (o.128/745)’in şu sözü hadislerin isnadının ve çeşitli tarıklerinin araştırılmasının önemine işaret etmektedir: “Bir hadis işittiğin zaman onu, ötekinden berikinden kaybettiğin şeyi arar gibi araştır. Maruf olursa al, aksi halde terk et.”Yine Sufyân eş-Sevrî’nin (o.161/777) “Râviler yalanı kullandıkları vakit biz de onlar için tarihi kulandık” sözü de, mevzû hadislerin yaygınlaşmasından sonra râvilerin takibe alındıklarını gösteren bir başka delildir.Bâzı tâbiîlerin, meselâ Katâde b. Di‘âme eş-Sedûsî (o.117/735) gibilerin, hadisleri senedleriyle birlikte rivâyet etmediklerine dâir söylenen haberler dahi bize, değişik şehirlerde bulunan tâbiîlerin çoğunun, hadisleri senedleriyle birlikte rivâyet etmekte olduklarını gösterir. Şayet böyle olmasaydı râvi, herkese sâmil olduğunu o devirde bilmeyen tek şahsın dahi mevcut olmadığı umûmî bir hükümden Katâde’yi veya bir başka tâbiîyi müstesnâ tutmaya uğraşmazdı. Nitekim Hammad b. Seleme’nin (o.167/783), et-Tabakâtu’l- Kubrâ’daki şu sözü bu görüşü desteklemektedir:“Katâde’ye giderdik, o da: beleganâ ani’n-Nebîyyi a.ş = Hz. Peygamber’den bize ulaştı ki..., beleganâ an ‘Umar = Hz. Ömer’den bize ulaştı ki ... diyerek hadisleri hemen hemen isnâdsiz rivâyet ederdi. Hammad b. Ebî Süleymân Basra’ya geldiği zaman, “haddesenâ İbrâhîm fulânun ve fulânun” = Bize İbrâhîm, falan ve falan rivâyet etti ki demeye başladı. Bu hal Katâde’ye söylendiğinde o da : “seeltu Mütarrifen” = Mütarrife sordum ki..., “haddesenâ Enes b. Mâlik ve seeltu Sa‘îd b. el –Müseyyeb” diyerek senedleriyle birlikte rivâyet etti”.İlk bakışta bu olaydan anlaşılan mânâ şudur: Hammâd b. Süleymân Basra’da bu âdeti yaygın hale getirdikten sonradır ki, Katade isnâdla rivâyet etmeye başlamıştır. Bu haberle anlatılmak istenen ana tema, Hammâd b. Seleme’den başka tâbiundan bir çok kimsenin kendi şehirlerinde haberleri isnâdla rivâyet etmekte olduklarıdır.İbn Sihab ez-Zuhrî (o.124/742)’nin hadisleri isnadsız rivayet eden kimselere “Hadisleri bize naklederken isnadı olmaksızın yularsız ve dizginsiz mi naklediyorsunuz” diyerek kızdığına dair bilgilerin kaynaklarda yer alması, isnadın o devirde yerleşik bir kural olduğunu kanıtlamaktadır.Zuhrî’yi takip eden ve ondan sonra gelen muhaddişler, hadislerde isnad tatbikini ve raviler zincirini birbirine bağlayan hadis tahammül lafızlarını kullanmayı hadisin sıhhati için şart koşuyorlardı. Bu lafızların kullanılmadığı hadislere değer verilmezdi. Şu’be (o. 160/777) “Senedinde “ahberanâ” ve “haddesenâ” tabiri bulunmayan hadisler ise yaramaz hadislerdir” derdi. Öyle ki, kaynaklarda “sema” ve “kıraat”in Ali b. Ebî Talib ve Abdullah b. Abbas zamanında bilindiğini, Ali b. Ebî Tâlib’in şeyhe okumak ile şeyhten dinlemeyi müşavi bulduğunu, Abdullah’ın ise kendisini dinleyenlere, “Benim size okumam ile sizin bana okumanız arasında bir fark yoktur” dediği nakledilmektedir.Hicrî ikinci asrın ortasında hadislerin artık senedleriyle zikredilmesi sistemli bir hale geldiği gibi, müstakil hadis kitapları da tasnif edilmişti ki, bunların hemen hepsi hadisleri senedleriyle kaydetmekteydi. Hadis Usûlu üzerine müstakil ilk eseri ortaya koyan Râmehürmüzî (o. 360/971), bu konuda şöyle demektedir: “Hadisleri ilk tasnif eden ve bablara ayıran kimse; Medine’de Malik b. Enes (o. 179/795), Mekke’de İbn Cüreyc (o.151/768), Basra’da Said b. Ebî Arûbe (o.158/775), Hammad b. Seleme (o. 167/783), Yemen’de Mamer b. Raşid (o.152/769), Kûfe’de Sufyan eş-Sevrî (o.161/778), Şam’da el-Evzaî (o. 151/768),Vâsit’ta Hüseym b. Beşîr (183/799), Horasan’da Abdullah b. el-Mübârek (o. 181/797) ölmüştür.” Söz konusu âlimlerin birçoğunun isnadlarla kaydedilen hadis koleksiyonları günümüze değişik yollardan ulaşmış durumdadır.Müsteşrikler isnâd sisteminin menşei hakkında değişik görüşlere sahiptirler. Bunlar arasında Müslümanlardan önce de isnad sisteminin kullanıldığını, hatta Yahudilikten geldiğini savunanlar da bulunmaktadır. Ancak İslam’dan önce bazı rivayetlerin söyleyenlere nispet edilmesiyle Müslümanların kullandığı isnad sistemi arasında bir benzerlik bulunmamaktadır. Bu nedenle Horovitz, Leone Ceatanı gibi müsteşriklerin isnad sistemini Yahudilere ya da Hindlilere dayandırmaları bir anlam taşımamaktadır.Diğer taraftan Caetanı’ye göre, hadisleri sistematik olarak ilk toplayan ‘Ürve (o.94/712), ne isnâd ne de Kuran’dan başka kaynak kullanmıştır. Bu nedenle Caetanı bu konuda şu kanaate sahiptir: Hz. Peygamber’in ölümünden sonraki 60 yıldan daha fazla bir süre de Abdülmelik zamanında isnâd uygulaması mevcut değildir. O, bundan hareketle isnâd sisteminin başlangıcının ‘Ürve ile İbn İshâk (o.151/768) dönemi arasındaki bir zamanda yer almış olabileceği neticesine ulaşır. Yine onun görüşüne göre, daha geniş çaptaki isnâd uygulaması II. yüzyıl...

Devamını Oku...

Hz. Peygamber Gibi Çalışmak


Allah Resûlu Muhammed (a.s.) gerek sözü ile, gerekse yaşantısı ile insanlığa örnek olmuştur. Çalışma ve gayret konusunda da onun pek çok ibretli sözü mevcuttur. Fakat bu hususta bizzat yaşayarak anlatmak istedikleri, sözlerinden çok daha fazladır. Çünkü o, yapmadığını söylemez; bir şeyi tavsiye veya emretmişse, muhakkak kendisi tatbik eder ve öyle söylerdi. Bu sebeple Resûlullah (a.s.) her konuda olduğu gibi çalışma konusunda da en güzel örnek şahsiyeti (üsve-i hasene) temsil etmektedir. Hz. Peygamber’in (a.s.) hayatı çalışmakla geçmiştirResûlullah Efendimiz (a.s.), çalışmaya çocukluğundan itibaren başlamıştır; çocukluğunda süt annesi Halime’nin koyunlarını otlattığı gibi, daha sonra da Mekke’de ücret karşılığı Küreys’in koyunlarını gütmüştür. O çobanlık yaptığını şöyle anlatmaktadır: “ Mûsa (a.s.) köyün çobanı iken peygamber olarak gönderildi. Dâvûd (a.s.) da koyun çobanı iken peygamber olarak gönderilmiştir. Ben de Ecyad’da ailem için koyun güdüyordum.” Ayrıca o, köyün gütmeyen hiç bir nebî olmadığını da haber vermiş, kendisine siz de güttünüz mü? denildiğinde “Evet ben de güttüm” demiştir. Dokuz, on yaşlarından itibaren amcası Ebû Tâlib’le birlikte Şam’a giden ticaret kervanlarına katılan Hz. Peygamber (a.s.), gençliğinde ticaret yapmış, onun ticaretteki dürüstlüğünü gören Hz. Hatice (r.a.), kendisiyle evlenmiş, daha sonra da işlerini ona havale etmiştir. Peygamberlik verildikten yaklaşık on üç sene sonra, kavmının baskıları sonunda Mekke’den hicret ederek Medine’ye yerleşmek zorunda kalan Allah Resûlu (a.s.), şahâbeşini mescid yapımına teşvik etmiş ve bu mescidin inşasında bizzat kendisi de çalışmıştır. Temeli taşlarla, duvarları kerpiçle örülen mescidin inşası sırasında Peygamber Efendimiz (a.s.) bizzat çalışmış, çalışırken de:“ Taşıdığımız şu yük ey Rabbimiz!Hayber’in yükünden daha hayırlı, daha temizYâ Rab! Hayır, ancak Ahiret hayri!Mühâçir’le Ensar’a sen acı!”şeklinde recezler söylemiştir. Onun yorulduğunu gören bir şahâbî, Yâ Rasûlallah! onu bana ver ben taşıyayım dediğinde ise, elindeki kerpiçi vermemiş, “Sen de bir başkasını al, taşı” buyurmuştur.Diğer taraftan o, evinde de boş durmamış, hanımlarına yardımcı olmuş, evde kendine düşen görevleri fazlasıyla yapmıştır. Zaman zaman süpürgeyi ellerine alıp, odasını temizlemiş, keçilerini o gül kokulu elleriyle sağmıştır. Yeri geldiğinde sabahları hanımlarına uğrayıp, siparişlerini öğrenerek, çarşıya çıkıp evinin ihtiyaçlarını bizzat temin etmiştir. Nitekim Hz. Aişe’ye (r.a.), Resûlullah’ın (a.s.) evde ne yaptığı sorulduğunda o şöyle anlatmıştır: “Allah Resûlu ayakkabısını diker, elbisesini yamar, köyunları sagar... kısaca sizler evde neler yapıyorsanız onları aynen yapardı.” Ayrıca Allah Resûlu’nun (a.s.) Medine’de Hendek savaşı sırasında şehrin etrafına hendek kazılmasına bizzat iştirak ettiği ve balyozla taş kırdığı da bilinmektedir.Tembellikten Allah’a sığınan peygamberHz. Peygamber (a.s.), boş duranları sevmez, kendisi de boşa vakit geçirmekten son derece endişe ederdi. Nitekim o, vaktini boşa geçirenleri sevmediğini, “İnsanların çoğu sıhhatin ve boş vaktin kıymetini bilmezler”, ve “...Hastalığın için sıhhatinden, ölümün için hayatından istifade et. Vaktini boş geçirme” sözleriyle ifade etmiş, mahşer günü kişinin, ömrünü nerede harcadın, gençliğini nasıl tükettin gibi sorulara muhatap olacağını haber vererek zamanın en iyi bir biçimde değerlendirilmesini teşvik etmiştir. Diğer taraftan “Kıyamet koparken sizden biriniz elinde bir hurma fidanı bulunursa, şayet ölmeden önce onu dikmeye güç yetirebilirse onu diksin” buyurarak çalışmayı ve hayırlı işlerden geri kalmamayı anlatmak istediği görülmektedir. Diğer yandan “Vakit nakittir” anlayışıyla her an bir işle meşgul olmaya teşvik eden Hz. Peygamber’in (a.s.), İnsanların en hayırlısının insanlara en çok faydası dokunanı olduğunu belirtmesi, kendisi için çalışmanın ötesinde insanlık için, başkaları için çalışmayı her türlü ibadetten üstün kabul eden bir görüşü temsil etmektedir. Ayrıca o, “İki günü muşâvî olan zarardadır” ilkesiyle hareket ederek, insanların her geçen gün ilerleme kaydetmelerine ve üretken olmalarına önderlik etmiştir. Çalışmamak ve yeni bir şey ortaya koymamak onun hayatında rastlanmayacak bir durumdur. Tembellikten o kadar korkuyordu ki, dualarında dahi bu mezmum sıfattan koruması için Allah’a yalvarıyor ve onun yardımını istiyordu; Hz. Peygamber (a.s.) tembellikten Allah’a sığınır ve şöyle dua ederdi: “Allahım! Tembellikten ve borçlu olmaktan sana sığınırım. Yalancı Deccâl’in fitnesinden sana sığınırım. Cehennem azabından da sana sığınırım.” Resûlullah (a.s.), dilenen kimseleri sevmezdiAllah Resûlu (a.s.), dilenenleri asla sevmezdi. Çünkü o, çalışan ve üretenin, çalışmayarak parazit ve asalak olarak yaşayanlara üstünlüğünü çok iyi biliyordu. Bir gün bir dilenci yardım istemek için Hz. Peygamber’in (a.s.) yanına geldi. Allah Resûlu (a.s.) eli ayağı düzgün, güçlü kuvvetli bu adama çalışsana buyurdu. Adam nasıl çalışacağını sorunca, Resûlullah (a.s.) şu cevabı verdi: “Sizden birinizin ipini alıp da dağa gitmesi ve arkasına odun demeti yüklenip getirerek onu satması ve Cenâb-i Hakk’in bu sûretle o kimsenin onurunu koruması, istediği verilse de verilmese de halktan dilenmesinden daha hayırlıdır.” Allah Resûlu (a.s.) ne sadece dünya için, ne de yalnız Âhiret için çalışmayı yeterli görürdü. O ancak hem dünya, hem de Âhiret için çalışmayı tavsiye eder, bunlardan birini ihmâl ederek yaşayanları ve başkalarına yük olanları hoş karşılamazdı. Nitekim bu konuda şöyle demektedir: “Âhireti için dünyasını, dünya için de Âhiretini terkeden de hayır yoktur. Her ikisi birlikte lazımdır. İnsanı Âhirete ulaştıran dünyadır. Başkalarına yük olmayınız!” Hz. Peygamber (a.s.), helâlinden kazanmayı, başkalarına yük olmamayı, “Helâl rızık aramak her müslümana vâciptir” sözleriyle açıklamaktadır. Ayrıca o, kişinin çalışmasının kutsal olduğunu şu sözleriyle ifade etmektedir: “Kim bizzat çalışarak yorgun akşamlarsa, o mağfiret olunmuş olarak akşama erer.” “Efendilik halka hizmettir” anlayışıHz. Peygamber (a.s.) bir gün bir mecliste arkadaşlarına ayakta şu dağıtıyordu. O sırada içeri yabancı biri girdi ve bu topluluğun efendisi kimdir? diye sordu. Allah Resûlu (a.s.) o adama bakarak “Bu topluluğun efendisi (şu anda) onlara hizmet edendir” (Seyyidu’l-kavmı hâdimuhum) buyurdu. Başka bir zaman bir yolculukta arkadaşlarıyla koyun pişireceklerdi. Biri kesmesi benden dedi; diğeri, yüzmesi bana ait; üçüncüsü de, pişirmesi bana ait olsun dedi. Resûlullah Efendimiz de (a.s.), “O halde ödün toplamak da bana ait olsun” buyurdular. Çünkü o, krallar gibi tahtında sefa sürmek yerine, insanlar arasında yaşamayı, onlara her halükarda yardımcı olmayı tercih ederdi. Bu nedenle her vesileyle kendisinin de onlardan biri olduğunu beyan ederdi. Nitekim bir defasında çarşıda esnaf arasında gezerken “Doğru tart, müşteri tarafını ağır yap” diye ikaz ettiği biri, elini eteğini öpmek istemiş, o bunun üzerine “Acemler krallarına böyle yaparlar. Ben kral değilim, sizden birisiyim” diyerek o adama mani olmuştur. Bir başka seferde karşısında titreyen bir bedeviye, “Anası kurutulmuş et yiyen bir insandan ne diye korkarsın” buyurmuştur. Güçlü mü’min zayıf mü’minden hayırlıdırAllah Resûlu (a.s.), “Kuvvetli mümin zayıf müminden hayırlıdır” buyurarak çalışıp kazanmayı, her bakımdan sıhhatli ve güçlü olmayı önermektedir. “Veren el, alan elden daha üstündür” ilkesiyle de üretken ve hayır sahibi insanların, tüketen ve başkalarına bağımlı olarak yaşayan insanlardan daha makbul olduğunu ifade etmektedir. “İki kimseye gıpta edilir, biri Allah’ın kendisine ilim verdiği ve o ilimle âmil olan kişi, diğeri de Allah’ın kendisine mal verdiği ve o mali hayra sarf eden kişidir.” Ayrıca “Doğru ve güvenilir bir tüccar, nebîlerle, sıddıklarla ve şehidlerle birlikte hasrolünacaktır” hadis-i şerifleriyle de hayır sahibi zenginlere ve başkalarına yararı dokunan kimselere müjde vermektedir. Hz. Peygamber (a.s.), on sene kadar kısa bir süre yaşadığı Medîne’de -üstelik bu süre zarfında yirmi yedi savaşa katılmıştır. - bir ömre sığdırılamayacak kadar çok önemli işler başarmıştır. Allah Resûlu (a.s.) devlet yönetimi, risâlet vazifesi, insanların eğitimi gibi çok zor işleri arasında diğer vazifelerini ve ibadetlerini aksatmak şöyle dursun, aksine geceleri kimi zaman topukları sisinceye kadar namaz kılar, Cenâbı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunurdu. O kadar çok ibadet ederdi ki, kendini niçin bu kadar yoruyorsun, halbuki senin gelmiş geçmiş bütün günahların affolunmuştur Yâ Resûlallah diyen zevcelerine, “Allah bana bunca nimetini bahsetmişken ben Allah’a şükretmeyeyim mi?” şeklinde karşılık verdiği görülmektedir. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, hayatını insanlığın hizmetine adayan Allah Resûlu (a.s.), gerek maddî alanda, gerekse mânevî cephede olağanüstü bir gayret sarfederek, mükemmel bir çalışkanlık örneği sergilemiştir. Dolayısıyla bu güzîde şahsiyetin ümmetine düşen görev, özüyle, sözüyle çok çalışkan olan peygamberlerine benzemeye çalışmak, onun bizzat yaşayarak gösterdiği istikamette ilerlemek olmalıdır.       BİBLİYOGRAFYA Ali el-Muttaki, Kenzu’l-ummâl fî süneni’l-akvâl ve’l-ef‘âl, İ-XVİ, Beyrut 1979.Bayraktar, İbrahim, Hz. Peygamber’in Semâili, İstanbul 1990.Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmail b. İbrahim el-Buhârî, el-Câmı‘u’s-şahîh, İ-VIII, İstanbul 1981.______, el-Edebu’l-müfred, İ-II, İstanbul, 1979.Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahman ed-Dârimî, eş-Sünen, İstanbul 1981.Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş’aş b. İshak el-Ezdî eş-Sicistânî, eş-Sünen, İ-V, İstanbul 1981.Hâkim, el-Hâkim Ebû Abdillâh Muhammed b. Abdillâh en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ‘ale’s-Şahîhayn, İ-İV, Beyrut 1411/1990.Hamîdullah, Muhammed, İşlâm Peygamberi (trç. Salih Tuğ), İ-II, İstanbul 1414/1993.İbn Hisâm, Ebû Muhammed Abdülmelik b. Hisâm, Sîretu’n-Nebî, İ-İV, Beyrut 1401/1981.İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd el-Kazvinî, eş-Sünen, İ-II, İstanbul 1981.İbn Sa’d, Muhammed b. Sa’d...

Devamını Oku...