Dini rivayet


DİNİ RİVAYETLER
Zâkır Kâdirî Ugan*
Sadeleştiren: Yrd.Doç.Dr. Mustafa KARATAŞ**


ÖZET
Rivayet İlmi, hadislerin sıhhatini tespitte çok önemli bir yer tutmaktadır. Ancak hadislerin intikali ve yazılması, İncil’in İsa’dan (a.ş.) sonra yazılmasını an imsatmaktadır. Özellikle Ka’b el-Ahbar’dan etkilenen ve dolayısıyla da “israiliyat” nakleden Ebû Hüreyre’nin rivayetleri, adeta Tevrat ve Talmud’un bir kopyası gibidir. Diğer taraftan Sahabenin tamamının âdil kabul edilerek, rivayetlerinin tenkit dışında tutulması ve şahıslarının eleştirilmemesi isabetli değildir. Ayrıca hadisin sıhhatini tespit ederken senede yönelerek metni ele almamak, hadisçilerin en büyük kusurlarından birini teşkil etmektedir. Bu ve benzeri ihmaller sebebiyle hadislerin sıhhatine gölge düşmüştür. Bu tenkitlerimizden bizim de Hadis karşıtı olduğumuz anlaşılmamalıdır. Zira hadisler, Kuran-ı Kerimi anlamak, İşlâmiyet’i aslî şeklinde öğrenmek, İşlâm medeniyet ve tarihini bilmek, ilk devirlerdeki Müslüman toplumların fikrî, hatta sosyal ve siyasî gelişimini incelemek açısından oldukça önemlidir.

SUMMARY
The science of Narrative (ilm al-rivâya), plays very important role in confirmation of the correctness of traditions (ahâdith). But the transmission and recording of traditions, looks like the writing of Bible after Jesus. The narrative of Abu Hurayra who impressed by Ka’b al-Ahbar and transmitted “israiliyyat” from him resemble like a copy of Torah and Talmud. On the other side, it is not possible to see all of Companions (ashâb) as confident, and accept their narratives without criticism and not to critize narrators. One of the big mistakes of the Muhaddith related to confirmation of tradition, is that they concerned with the tradition’s isnad, neglecting the text of the tradition. Because of these neglects there are some hesitations about tradition’s correctness. This criticism doesnt mean I’m against the tradition. Traditions are very important to understand Quran, learn original Islam, know Islamic Civilization and History, study intellectual, social and politic development of early Islamic sociaties.

 

GİRİŞ
Dini rivayet denildiğinde genellikle din ve onun hüküm ve kaideleriyle ilgili olan rivayetler anlaşılmaktadır. Dini rivayetten maksat rivayet edilmiş ahkam ve dinî kaideleri, o dini getiren zâta isnat etmek ve ulaştırmaktır. Diğer bir deyişle söz konusu rivayetlerin Hz. Peygamberin fiili, sözü, emri veya takririyle sabit olduğunu ispat etmektir. Matematik ve fen gibi müspet bilimlerde teoriler belirli bir metot, sistem ve kesin delillerle ispat edilir. Tabiatuştu ve felsefi ilimlerin de bir davayı ispat etmek için özel bir sistemleri bulunmaktadır. Ayrıca dil, tarih ve dini ilimlerde de bir tezi ispatlamanın belirli argümanları vardır.
Bir sözün nasıl telaffuz edildiği ve ne gibi şekillerde kullanıldığı, yazı ile kaydedilmeden önce bir şiirin veya bir kaside ve recezin nasıl okunduğu ve yine yazı ile tespit edilmeden evvel bir kavmın ve bir kabilenin tarihi ve hatta ruhî halleri hep rivayet ve isnadlar sayesinde bilinmektedir. Kısaca bu ilimlerde ortaya konulan bir görüş, rivayet ve isnadlarla ispat olunmaktadır. Bu gibi ihtiyaçlar sebebiyle her millet geçmişte olduğu gibi bugün de rivayetle meşgul olmaktadır.
Dinler gerek semâvî ve gerek gayr-i semavî olsun geniş bir şekilde rivayetten yararlanmışlardır. Tevrat ve İncil, bugünkü şekliyle tespit edilmesini rivayete borçludur. Peygamberlerin şecereleri, vasıfları, semâili, fiilleri ve gerçekleştirdikleri inkılaplar vs. hep rivayet sayesinde tespit edilmiştir.
Peygamberlerin amel ve fiilleri açıklanırken yine rivayetten istifâde edilmiştir. Hatta onların sözlerinin, rivayet vasıtasıyla tespit edilmiş olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Nitekim Samanlık tabir edilen eski Türk dinini, bu dinin râvileri olan Samanlar sâyeşinde öğrenmekteyiz. Saman dinindeki duaların, bize kadar ulaşmış olmasını da yine rivayete borçluyuz. Resullerin fiillerini yazıyla aktaranlar, Hıristiyanlığın o devirlerdeki durumunu nasıl rivayet yöntemiyle yazmışlar ise, eski Türk dinleri üzerine çalışan Türkiyat bilginleri de, Saman dinini ve onun dualarını, Sibirya'nın uzak bozkırlarına giderek Sâmanların ağzından dinlemek suretiyle tespit etmişlerdir.
Eski Arap dinlerinden de rivayet sayesinde bilgi edindiğimiz bilinmektedir. İşlâm’dan önce Araplar arasında, dinî içerikli haberleri rivayet eden özel bir sınıf mevcut olup, bunlara “kâhin” adı verilirdi. Bu rivayetler arasındaki farklılıklar, ancak şekil, araç ve zaman aşımı bakımından, ayrıca rivayet edilen mevzuların değişik oluşunun yanı sıra onun sıhhat derecesinden ve bu hususta kabul edilmiş farklı yaklaşım ve metotlardan kaynaklanmaktadır.
Diğer taraftan Sâmi ırkına mensup milletler, başka milletlere oranla hayal gücü bakımından daha zengindirler. Onlar, duyu organları ile muşâhedesi mümkün olmayan Allah, tevhit ve diyânet gibi manevî konulara, her toplumdan daha ileri düzeyde ilgi duymuşlardır.


İ. TEVRAT VE RİVAYET
Dinî metinlerin bize ulaşmış olanlarının en eskisi Tevrat’tır. Bu kitap bizim konumuz için oldukça zengin malzeme içermektedir. İçindekiler kısmından birinci kısım olan “Tekvînu'l-mahlukât”dan başlamak suretiyle sonuna kadar göz gezdirilecek olursa, bu eserde birçok eski Sâmi şiirlerine tesadüf edilecektir. Nitekim “Tekvînu'l-mahlukat”, 5,22,23,24’de “‘Âde” ve “Vasle” hakkındaki ayetler eski Sâmi şiirlerinin bir parçasıdır. Mesela, Yûsa (Yesû), Musa (a.ş.) Sina dağından indiği zaman İsrailoğullarının gürültülerini işittiğinde “Mahallede muharebe sedası var” demiştir. Buna karşılık Musa da, “Bu galip olanların sedası değil ve mağlup olanların sedası da değil, ben terennüm sedası ısıtıyorum” cevabını vermiştir.


Mezâmir kısmı gözden geçirildiğinde ise, ilâhilerden ve münacatlardan oluşmuş bir şiir mecmuası göze çarpar. Zira bu mezamirlerin çoğunun konu başlarında musikici başı için Davud tarafından yazılmış olduğu açıkça zikredilmektedir. Mesela 5. mecmuanın “Nehilot” nefesle çalınan musiki âleti ile 6. mezmurun “Neğinût” üzere seminiyet gereğince ve 8. mezmurun “Kîttît” (Bir nevi musiki üzere çalınmak için Davud (a.ş) tarafından yazılmış olduğu belirtilmektedir), diğer mezmurların bab başlarında da çalgının cinsi ve musikici başı için çalındığı ifade edilmekte ise de sözü uzatacağı endişesiyle onlar, ayrı ayrı zikredilmemiştir. Kısaca Davud'un mezamiri mensûr şiirlerden oluşmaktadır. Bu mezmurlarda bazen lirik türden olan şiirlere de tesadüf edilmektedir. Mesela 9. mezmurun 14. ayetinde “Ta ki, Sahyûn kızının kapılarında cümle meddahlarını hikâye edeyim" denilmektedir.
“Ahd-i Kadim”in bir kısmı olan “Emsâl-i Süleyman” İsrailoğulları Meliki Davud’un oğlu Süleyman’ın emsâlini, yani anlamlı ve hikmetli sözlerini içermektedir. “Ağniyatu'l-eğânî”ve “İsaya” kısımlarının da mensur şiirlerden teşekkül ettiği ilk bakışta göze çarpmaktadır. “Ağniyatu'l-eğâni”nin ikinci ayetinden başlayarak incelenecek olursa, onun genellikle “lirik” mahiyetde şiirler olduğunu derhal kavramak mümkün olacaktır. Nitekim ikinci ayetinde “Ağzının oymalarıyla beni opsun; zirâ aşkın, şaraptan âlâdir” ve üçüncü ayette “Senin bağların hoş râyihalidir. Senin ismin dökülmüş yağdır. Bu sebepten dolayı bakireler seni severler”; Beşinci ayette, “Ey Oriselim kızları kaydan çadırları Selime'nin perdeleri gibi esmer isem de güzelim”; Dokuzuncu ayette, “Ey mahbubem seni Firavun'un arabalarındaki kısraklara tesbih ettim” denilmektedir.
Tevrat da bir de mersiyeler kısmı vardır. Sâir Peygamber Eremyâ, İsrailoğullarının esareti münasebetleriyle birçok mersiyeler söylemiştir. İsaya’nın ise bir sâir ve muharrir olduğu ilk bakışta göze çarpmaktadır.
Ahd-i Atık'ın zikrettiğimiz kısımların müellifleri olan sözkonusu İsrailoğullarının nebi ve resullerinin kendi şiirlerinden başka, bir de diğer Sâmi şairlerinin şiir parçaları da ilave edilmiştir. Tevrat’ın bu kısımlarında yer alan bu şiirlerin, eserlerin rivayeti sayesinde muhafazâ edilmiş olduğu gayet açıktır. Gerek Ahd-i Atık ve Ahd-i Cedid'in, tarihî, hikâyemsi ve efsanevî kısımlarının ve gerekse İsrailoğulları içerisinde yetişmiş nebi ve resullerin nesep ve şecerelerine dâir olan kısımlarının rivayete dayanmış olduğunda şüphe yoktur.
Ahd-i Atık’ın, “Tekvinu'l-mahlukat” kısmında yer alan Adem ve Havva, Hâbil ve Kabil, insanoğlunun çoğalması ve Nuh'un gemisi ve Nuh kıssası (6.,7.,8. bablar) Nuh'un gemiden çıkan evladı, ( 9. bab) ve onların nesli (10.bab) ve lisanların çoğalması (11.bab), İbrahim (12. bab), Sin’âr milleti, Arakıl ve Eşâr Meliki Eryûk vs. ve Hûriler (14. bab), Sâre ve Hacer kıssaları (16. bab) ve kısaca “Tekvinu'l-mahlukat”ın bütün babları, İsrailoğullarının tarihini ihtiva etmektedir. Tevrat'ın bütün bu kısımlarının rivayete dayandığını açıklamaya bile gerek yoktur. Yine “Mülûk-i evvel”, “Mülûk-i şâni”, “Mülûk-i şâlis”, “Mülûk-i râbi” kısımları ile “Tevârıh-i evvel” ve “Tevârıh-i şâni” vs. birçok kısımların da genellikle rivayetten ibaret olduğu âsıkârdir.

II. İNCİL VE RİVAYET
Dört İncil'in birini teşkil eden Matta İncilinin birinci bâbi, İsa el-Mesih b. Dâvud b. İbrahim'in nesebinin kitabıdır. Bu bapta Hz. İsa'nın Hz. İbrahim’e kadar olan seceresi kayıtlıdır. Nesep ve şecereler alelâde ağızdan ağıza rivayet edilmek suretiyle muhafaza edilir. Matta İncili dini hisler tesirinde yazılmış bir mukaddes tarihtir. Diğer İnciller de Hz İşâ tarafından öğretilen kaide ve kanunlar istisnâ edilecek olursa çoğunlukla tarihten ibarettir. İncil'in “Resullerin İşleri” (A’mâlu'r-Rusul) kısmı, birçok açıdan bizim hadis kitaplarına benzer. Bir kısmında da İşâ'nin vefatının ardından Havarileri'nin tarihi ve Hıristiyanlığın gelişimi anlatılmaktadır. İncil'in geri kalan kısımları ise (vahiy kısmı istisnâ olunmak şartıyla) Havarîlerin çeşitli milletlere yazmış oldukları mektup ve risâlelerden oluşmaktadır. Ahd-i Cedid, Hz. İsa'nın dört havarisi tarafından rivayet edilen dört İncil’den meydana gelmektedir. Ne var ki, İncilin değişik raviler tarafından rivayet edilen nüshalarının bir çoğu yakılmıştır. Bize ulaşan nüshalar içerisinde Hıristiyanlar tarafından kabul edilmeyen nüshalar da bulunmaktadır. Tevrat da birtakım tahrifata uğramıştır ve nüshaları çeşitli zamanlarda yakılmış ve rivayet tarıkıyle tekrar yazılmıştır. Dolayısıyla, gerek Tevrat ve gerek İncil, bugüne kadar muhafaza olunmasını da rivayete borçludur.

III. KURAN-I KERÎM VE RİVAYET
Kuran-ı Kerimin çeşitli âyetlerinde açıklandığı gibi Allah, (c.c) Muhammed (s.a.v)’i, Arapları ve bütün insanları, kendinden önce göndermiş olduğu peygamberlerden İbrahim, Musa, İsa'ya indirdiği dini esaslara davet etmek üzere göndermiştir.
Kuran’a göre geçmiş ümmetler kendilerine indirilmiş ilahi hükümleri terk yahut tahrif etmişlerdir. Muhammed (s.a.v)’i inkar eden Ehl-i Kitab hakkında Kuran-ı Kerimde şöyle buyrulmaktadır; “Allah tarafından kendilerine ellerinde bulunanı tasdik eden bir Resul gönderildiğinde, kitap verilenlerden bir grup, Allah’ın kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi kaldırıp arkalarına attılar” (el-Bakara 2;101); “Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir âyeti yürürlükten kaldırmaz veya onu unutturmayız Allah’ın her şeye kâdir olduğunu bilmiyor musun?” (el-Bakara 2;106).
Kuran’a göre bütün nebi ve resuller muhteremdir. Onlar Allah'ın elçileridir. Binâenaleyh onlara nâzil olan ahkam ve kanunların yürürlükten kaldırılmayanı Müslümanlar için de uyulması gereken ilahi ahkam ve kaidelerdir.
İslamiyet’in diğer dinlere, nebi ve resullere bakışı, açıkladığımız gibi saygı dolu olduğundan, Kuran’ın ve Peygamberin diğer mukaddes kitaplardan nakil ve rivayeti de gayet doğaldır. Kuran’ı baştan sona kadar tetkik ettiğimiz takdirde Tevrat ve İncil'de zikredilen birçok tarihi olayın, hikâye ve kıssaların ve geçmiş milletlerin hallerine dâir olan haberlerin irşât amacıyla nakil ve rivayet edilmiş olduğunu görmekteyiz. Bu gibi tarihi olayların hangi sûre ve âyetlerde nakil ve rivayet olunduğuna (Kuran-ı Kerimdeki tertibi esas alınmak suretiyle) aşağıda (dipnotta) işaret edilmiştir.

Gerek eski Arap âdetinde ve gerek İşlâm dinine ait istilahlarda rivayet için bir ya da birkaç şahsa istinat etmek lazımdır. Nebi ve resuller ise, mukaddes kitapları Cenab-ı Hakk’in kendisinden aldıklarını beyan etmişlerdir. Bu sebepten dolayı nebi ve resuller ve geçmiş milletlere dâir olan haber rivayet edildiğinde, rivayet tabiri kullanılmadan “kıssa”, “güzel kıssa”, “Biz sana güzel bir şekilde açıklayacağız” gibi tabirler kullanılmış olacaktır. Mesela, Yusuf Süresi 12;3'de “Biz sana onlarla kalbi teskin edeceğimiz enbiya haberlerinin hepsini kıssa, yani beyan edeceğiz” denilmektedir.
Kasaş süresinde (نتلو عليك من نبإ موسي وفرعون بالحقّ لقوم يؤمنون) “İman edecek bir toplum için biz sana Musa ve Firavun'un haberlerinden bir parçayı doğru olarak okuyacağız” (el-Kasaş 28;3) denilerek, “kıraat”e göre daha ziyâde dikkate muhtaç olan “tılavet” kelimesi kullanılmaktadır. Kuran-ı Kerîmde “kıssa” kelimesinin kullanıldığı âyet-i kerîmelerde “kıssa” kelimesi; “beyan”, “eserine ittiba”, “Bir şeyi olduğu gibi rivayet ve haber vermek” anlamlarına gelmektedir. Nitekim Kuran-ı Kerimin değişik yerlerinde bu anlamlarda kullanıldığı da görülmektedir.
Diğer yandan Rivayet İlmi hiçbir dinde İşlâmiyet’teki kadar ilmi usullere göre işlenmiş ve tekâmül etmiş değildir. Müslümanlar ikinci ve üçüncü.asır zarfında rivayeti bir ilim halinde tedvin etmişler ve bu sahada mükemmel bir edebiyat meydana getirmişlerdir. Müslümanların bu sahadaki çalışmaları ve içtihatları bu ilimlerle meşgul olan doğu ve batı bilginlerini hayretler içerisinde bırakmıştır. Öyle ki, yalnız bu alanda tedvin edilmiş eserler yüzlerce cildi bulmaktadır.
İşlâmiyet’te “Ülûm-i diniyye” adı verilen Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Akaid gibi ilim dallarının rivayet hakkında ayrı sistemleri ve metotları olduğu gibi, mezhep âlimlerinin de bu hususta ayrı bakış açıları vardır. Bir fıkıh âliminin mesela, İmam Ebû Hanife'nin (o.150/767) rivayete olan bakışıyla, bir hadis âliminin mesela, İmam-ı Buhâri'nin (o.256/869) bakışı arasında fark vardır. Bu durum, iki âlimin, iki değişik ilim dalının üyesi olmalarından ve ilmî gayelerinin farklılığından kaynaklanmaktadır.

İV. HADİS RİVAYETİ
Bu makalede yalnız Hadis Rivayet İlmi ve onun kısımlarından özet olarak bahsedilmekte, bununla birlikte dini ilimlerin diğer kısımlarıyla ilintili olan rivayetlere sadece yeri geldikçe temas edilmektedir. Bu kısımda Hadis Rivayet İlmi, Dirayet İlmi, Rical İlmi, Ensab, Tabakat ve Terâcim İlimleri, Çerh ve Tadil İlmi, Hadislerin Yazımı, Hadisçilerin Kusurları gibi konular üzerinde durulmaktadır. Bu konulara geçmeden önce kısaca hadis ilminin konusuna değinmek istiyoruz. Şöyle ki, hadis âlimlerine göre Hadis ilminin konusu , Hz. Peygamberin Hadislerinin anlaşılmasına yönelik çabalardır. Peygamberin Hadisleri bu ilim sayesinde bilindiği gibi, Müslümanlar için ikinci derecede rehber ve örnek olan “sahabe âsâri” da bu ilim aracılığıyla bilinmektedir. Hadis riçâlinin isimlerini, neseplerini, doğum ve vefat tarihlerini, ravilerin vasıf ve şartlarını, rivayetlerinin makbul olması için gerekli olan şartları, senedlerini, rivayet etmiş oldukları şahıslardan Hadisleri nasıl aldıklarını, Hadisleri “lafzen” ya da “mâna” ile rivayet edip etmediklerini ve Hadislere kendilerinden herhangi bir şey, bir kelime veya cümle katip katmadıklarını ve Hadislerin ibâresini hazf edip etmediklerini bilmek gibi hususlar, hep Hadisin konusu içerisinde ele alınmaktadır.
Bu bilgilerden anlaşıldığına göre “İlmu Riçâli’l-Hadis” (Hadis ilmiyle meşgul alimlerin durumunu bilmek), “İlmu-l-Ensab”, “Tabakât”, “Terâcim-i ahvâl” (Biyografi), “İlmu's-Sıkât” (râviler arasından güvenilir olanlarını bilmek), “İlmu'd-Duafâ” (zayıf olan râvileri diğerlerinden ayırt edebilmek), “Tarz-ı telakki” (Hadis kabul şartları) ve “Çerh ve ta'dil” (ravilerin adalet ve zapt bakımından incelenmesi) gibi bilgiler rivayet ilmiyle ilgilidirler.

A. Hadis Rivayet İlmi
Hadis rivayet ilmi inceleneceği zaman, İşlâmiyet’te rivayet ilminin doğuşu, gelişmesinin sebepleri, tarihi ve rivayetin bir esası olan isnad, sened, riçâl ilmi, Hadis Dirayet İlmi, Ravi tabakaları vs. ile rivayet edilmiş konuların karakter ve özellikleri ve bu konuda telif edilmiş eserler vs. gözden geçirilmelidir. Bundan başka Kutub-i-Sitte müelliflerinin kimlerden hadis rivayet etmiş oldukları ve rivayet şartları, bu hadis kitaplarında geçen senedlerin hangi şahâbîye ulaştığı ve her sened basında adı geçen şahâbînin Hz. Peygamber’den kaç hadis rivayet etmiş olduğu ve bunlar arasındaki sayısal oranlar, asgâri olarak Peygamber’den çok hadis rivayet eden şahâbe hakkındaki tahliller ve onlar tarafından rivayet edilmiş hadislerin özellikleri ve biz Türkleri diğerlerinden daha çok ilgilendiren Türklere dâir olan hadislerin kimler tarafından rivayet edildiği ve bu hadislerin karakteri, özelliği, içeriği ve hangi şahâbînin rivayetinde daha çok Tevrat ve İncil unsurlarının mevcut olduğu vs. araştırılmalıdır.
Tabiatıyla bu işlemler sonucunda binlerce seçere ve binlerce isim cetveli oluşacaktır. Bunun için de bu konu üzerinde senelerce uğraşmak ve binlerce eseri gözden geçirmek gerekmektedir. Ancak taktir edileceği gibi bu makalenin hacmi ve hedefi buna müsait olmadığı gibi, bu boyutta bir eser ancak birkaç sene zarfında yazılabilecektir. Bu sebepten dolayı bu makalede rivayet, ilminin yalnız ana hatlarına temas etmekle yetinilecektir. Ayrıca Hadis alimlerinin rivayet hakkındaki çalışmaları ve incelemeleri aktarılacak ve ardından bu hususla ilgili tahlil mahiyetinde mütalaada bulunulacaktır. Daha sonra Avrupa'da Hadis sahasında araştırmalarıyla ün yapmış olan birkaç müsteşrikin görüşleri özet olarak aktarılacaktır.

1. Hadis Rivayeti ile İlgili Terimler
a. Hadis: Arapça’da az ya da çok olsun haber anlamı taşımaktadır. Lügat manasına göre; Peygamber’in hadisi denildiği zaman onun sözleri anlaşılmaktadır. Terim olarak hadis; Peygamberin sözlerini, işlerini, hallerini ve fikirlerini bildiren ilimdir.
Arapların İşlâm’dan önce atalarından intikâl eden birtakım örf ve ananeleri vardı. Her kabilenin yaşam tarzı bu ananelere göre şekillenirdi. Hz. Muhammed (s.a.v)’in zuhuruyla birlikte eski kabilelerin ve Arap kavmının hayatı yerine, İşlâm sosyal hayatının yeni esasları yerleşince, eski Arap hayatının şekli ve tarzı İşlâmiyet ile değiştirilmiş ve Arap hayatına birçok yenilikler getirilmiştir ki, bunlar İşlâmî Sünnettlerden ibarettir.

b. Sünnet: Arap lisânında takip edilen yol (tarikat) ve yaşam tarzı (siret) anlamına gelen Sünnetin, terim olarak iki anlamı vardır; birincisi, yukarıda tarif edilen hadis manasındadır. Şöyle ki; Hz. Peygamberin sözleri, fiilleri ve takrirleridir. Bu yönüyle hadis ve sünnet şer’î delillerdendir ki, bununla dini hükümler ispat olunur; ikinci manası ise, Hz. Peygamber’in uyguladığı bütün prensipleri içermektedir. Râvilerin durumlarından, hadisleri nasıl “zapt” ettiklerinden, adaletlerinden, güvenirliklerinden ve senedlerin Hz. Peygambere “muttasıl” ya da “munkatı” olmasından ve hadislerin Hz. Peygamber’e ulaştırılmasından bahseden ilme Rivayet İlmi denilmektedir. Bu ilim, Hadis Usûlu olarak da isimlendirilir. Ayrıca Hadisler, lafızlarından anlaşılan mana ve mefhuma ve Arapça kaidelere, şecerelerin zaptına ve Hz. Peygamber’in fiillerine uygunluğu itibariyle de incelenirse, bu ilim Dirayetu'l-Hadis adını alır. Dolayısıyla Hadis ilmi genel olarak, Rivayet İlmi ve Dirâyet İlmi kısımlarına ayrılmaktadır.

c. Sened ve İsnad
Sened: Rivayet ilminin en önemli kollarından biri olup, râvinin isnâdini, sonuna kadar yani Hz. Peygamber ya da ondan rivayet eden sahabîye kadar ulaştırmaktır.
İsnad: Peygamber’in bir sözünü yahut onun bir fiilini Peygamber’in kendisinden veya onun şahâbîlerinin birinden başlayarak Hadisin metnini yazı ile tespit etmiş olan zata gelinceye kadar rivayet eden bütün ravileri, zaman sırasıyla şifahen saymaktır. Diğer bir deyişle, Hz. Peygamber’in yaptığı, yahut söylediği şeylerden birini A ravisi işitmiş yahut görmüş ve sonradan bunu şifahen B’ye söylemiş, bu haber B’den C’ye, C’den D’ye aktarılmış ve bu suretle o hadisi yazı ile kaydetmiş olan müellife kadar gelmiştir. Bundan anlaşıldığına göre İsnad, Peygamber’e kadar erişen birtakım isimler cetvelinden ibârettir denebilir.

d. Rivayet: Araplar, İşlâmiyet’ten önce de rivayet ile meşgul oluyorlardı. Bu onların kabile hayatları için bir zaruret idi. İşlâmî ilimlerin tedvini ile birlikte rivayet, İslam sosyal hayatı için vazgeçilmez bir unsur olmuştur.
İşlâm sosyal hayatı, dine dayanan ve her işini dine göre düzenleyen bir teşkilattan ibaret olduğundan, muamelat, ibâdât ve itikâda dâhil olan her şeyde, hatta en ufak meselelerde bile dinden onay alınmıştır. Bu gibi teferruat, Kuran-ı Kerim’de yer almadığından Peygamber’in söylemiş olduğu sözlerden ve onun siyerinden ve hatta huzurunda yapılıp onayladığı veya en azından inkar etmemiş olduğu olaylarda aranmıştır. Hz. Peygamberin vefatının ardından, Küreys ve Ensar arasında “İmâmet” (hilâfet) hakkında ihtilaf ortaya çıktığında, Hz. Ebû Bekir’den (o.13/634) “İmâmet Küreys'in bir hakkı” öldüğuna dâîr meşhur hadisi rivayet etmişlerdir. Hz. Osman’ın (o.35/656) vefatından sonra meydana gelen fitneler esnasında, siyasî ve kısmen dinî bir mâhiyette teşekkül eden gruplar, kendi gaye ve hedeflerine erişebilmek amacıyla pek çok hadis rivayet etmişlerdir. Bunlar, ihtiyaç duydukları zaman tereddüt etmeden bir hadis uydurup söylerlerdi. Nitekim Hz. Ali (o.40/660) taraftarları, Ali'nin hilafeti lehine birçok hadis uydurmuşlardır. Dolayısıyla Abdullah b. Abbas (o.68/687) zamanından itibaren, o devirde “Ashâb-i Ali” (Şia) adı verilen bu fırka mensupları tarafından rivayet edilmiş hadislere tereddüt ve şüphe gözüyle bakılmıştır. Hatta Sahih-i Müslim’den anlaşıldığına göre, Abdullah b. Abbas, Hz. Ali'ye nispet edilen ve yargıya dair olan yazıların bir kısmını imha etmiştir. Abdullah b. Abbas, Ali’den, Abdullah b. Mes'ud (o.32/652) vasıtasıyla rivayet edilen hadislerden başkasının, makbul olmadığını, el-Mügire (o.50/670) vasıtasıyla rivayet etmektedir. Tabiînden Muhelleb b. Ebî Sufra el-Başrî’nin (o.82/701), Hâriçîler aleyhine, Müslümanları desteklemek için kendinden hadisler uydurduğu bilinmektedir. Öyle ki, asılsız hadis söyleyenlerin sayısı hiç de az değildir. Bunlar içerisinde en meşhurları: İbrahim b. Ebî Yahya (o.184/800), Vâkidî (o.207/822), Horasan'da Mukâtil b. Süleyman (o.150/767), Şam’da Muhammed b. Saîd (o.II./VII.asır), Abdülkerim b. Ebi'l-Avcâ (o.160/776), Ahmet el-Cubyârî (o. II./VII.asır), Muhammed b. Ukâse el-Kırmânî (o.225/839), İbn Temîm (o.517/1123) dir.
İşlâm sosyal hayatı, Hz. Peygamber devrinden uzaklaştıkça eski safiyetini kaybetmiştir. Bu durumunun da etkisiyle Müslümanları ibadetlere teşvik (tergib) ve azaptan korkutmak (terhib) maksadıyla hadis uydurma faaliyetleri başlamıştır. Hatta iyi niyetle hareket edildiği ileri sürülerek, bu gibi hususlarda hadis uydurmaya müsaade edenler de olmuştur. Nitekim Sâbit b. Musa ez-Zâhid’in, “Geceleri çok namaz kılan kimsenin gündüzleri yüzü aydın olur” anlamında bir hadis uydurduğu belirtilmektedir. Ebû Alkame (Aynı zat Nuh b. Ebî Meryem ismiyle maruftur), Kur'an’daki her bir ayrı sürenin fazileti hakkında, İkrime'den, o da Abbas'tan rivayet etmektedir” şeklinde düzmece bir senedle hadisler uydurmuştur. Kendisine “Bunu neden yaptın?” denildiği zaman o, “İnsanların Kuran'dan yüz çevirerek Ebû Hanîfe fikhıyla ve Muhammed b. İshak'ın megazisiyle meşgul olduklarını gördükten sonra Allah rızası için uydurdum” demiştir. Ubey b. Ka'b’in (o.22/642), Kuran sürelerinin faziletine dâir uydurmuş olduğu uzun hadisleri de bu grupta zikredilebilir.
Hadis ilminin tedvinine başlandığı zaman bu gibi sahtelerinin önüne geçmek ve hadislerin sahihlerini mevzu olanlarından ayıklamak için, râvilerde birtakım vasıf ve şartlar belirleme zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Söz konusu vasıflar ve şartlar tespit edilirken yine dinden onay alınmıştır. Bu maksatla Kur’ân-i Kerîm’den ayetler aranmış ve Hz. Peygamber’in bu hususlarda bir söz söyleyip söylemediği tetkik edilmiştir. Araştırma neticesinde Kur’ân-i Kerîm’de şahitlik hakkında varit olan ayetlerden deliller getirilmiş ve Peygamber’den de hadisler rivayet olunmuştur. Bu konuda varit olan ayet-i kerîmelerden ve hadislerden, rivayetin dini bir iş yani rivayet vasıtasıyla şer’î delillerin biri olan hadisler tespit edildiğinden, hadis rivayeti için “adalet”, “zabt”, “itkan”, “müslim”, “bâlig”, “âkîl”, ve “Esbâb-i fisktan uzak” ve “Rivayet etmiş olduğu hadislerle âmil olmak” ve “Hadisleri eliyle yazdığı mecmuadan naklettiği takdirde güzelce tespit etmiş olmak” ve “Hadisi mâna ile rivayet ediyor ise manâ ile alakalı olan ilimleri bilmek”, şart koşulmuştur. Bununla beraber daha sonra bu hususta birçok istisnâlar getirilmiş hatta gereğinden fazla müsamaha da gösterilmiştir. Bu istisnâlara göre Allah'ın (c.c) vasıflarına, haram ve helale ilişkin, İslamiyet’te olmayan vaaz, kıssa, amellerin fazileti, tergib ve terhib gibi konularda senedlerde “tesâhul” (gevşeklik) gösterilerek zayıf hadislerin rivayetine cevaz verilmiştir.
Buhârî gibi müdekkik bir hadis âliminin eserinde bile, diğerleri tarafından rivayetleri çerh edilmiş kimselerden rivayetler bulunmaktadır. Burada 1. İkrime Mevla İbn Abbas (o.105/723), 2. İsmâil b. Ebî Üveyş (o.226/840); 3. Âsim b. Ali (o.221/835); 4. Amr b. Merzûk (o.224/838) ki, İmam Müslim’de bundan rivayet etmiştir; 5.Ebu Dâvud'un da kendisinden rivayette bulunduğu Süveyd b. Said (o.240/854) örnek olarak gösterilebilir. Diğer taraftan bazen pek basit ve önemsiz şeyler için de rivayetlerin terk olunduğu vakidir. Nitekim Şu'be'ye (o.160/776), “Niçin falanın hadisini rivayet etmiyorsun?” denildiğinde, “Hayvana binerek gezdiğini gördüm bu sebepten dolayı rivayetini terk ettim”demiştir.
Diğer yandan Hattâbi'nin (o.388/998), Rafizilerin rivayetini kabul edip etmediği ihtilaflı bir meseledir. Hattâbî, “Râfizî olan râvi, rivayet ettiği hadislerinde bid'ate davet etmediği takdirde alimlerin çoğu onun rivayetini kabul etme taraftarıdır” demektedir. Bidatçının rivayetini kabul edip etmeme meselesinde Safiler arasında görüş ayrılığı vardır. Muhaddişler bunların rivayetlerini hüküm çıkarmak için değil, ancak diğerlerini desteklemek (istishad) için nakletmektedirler. “Ehl-i rey ve'l-kıyas” adı verilen Hanefi ulemasının hadislere bakışları hakkında “Hadis Rivayeti” bölümünde bazı değerlendirmelerde bulunacağız. Burada Hanefi alimlerinin, kendisinden rivayet edilen “merviyyu anh ölan” şahıs hakkında, “velâ a’rifuhu” (tanımıyorum), “velâ edrî” (bilmiyorum) gibi ibareler kullanılır ise, bu şahısların rivayetlerini kabul etmediklerini, buna karşılık. fakih ve muhaddişlerin kabul ettiklerini belirtmekle yetiniyoruz. Râvi “sıka” öldüğü takdirde ondan vaki olan “şehv” ve noksan sebebiyle bu gibi râvilerin rivayetleri terk olunmaz. Hatîb el Bagdâdî (o.463/1070), hadis rivayet edip daha sonra unutanları “Ahbârü men haddese ve nesiye” adıyla bir başlık altında toplamıştır.
Öte yandan hadisçilerden bir grup, ücret karşılığında hadis rivayet edenlerin rivayetlerini kabul etmemişlerdir. İshak b. İbrahim (o.235/849), Ahmed b. Hanbel (o. 241/855) ve Ebû Hatim er-Râzı (o.275/888) de bu hususta aynı fikri paylaşarak bu gibi kimselerin sıfâhi ve yazılı olan rivayetlerinin makbul olmadığını açıklamaktadırlar. Rivayet edilmiş Hadislerin miktar ve sayısı hakkında bir fikir elde edebilmek için meşhur muhaddişlerin rivayet etmiş oldukları Hadislerin sayısı aşağıda gösterilmiştir:
Ahmed b. Hanbel: 150 bini sened olmak üzere toplam 1.000.000 (bir milyon) Hadis.
Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâil el-Buhârî: 600.000 (altı yüz bin) Hadis.
Yahya b. Main (o.233/847) : Kendi eliyle 600.000 (altı yüz bin) Hadis yazmıştır.
Ebû Dâvud Süleyman b. Eş'aş (o.275/888), 500.000 (beş yüz bin) Hadis yazdığını açıklamaktadır.

B . Hadis Dirayet İlmi
Hadislerin lafızlarından anlaşılan mana ve mefhuma, Arapça kaidelere, şer’î kurallara, Peygamber’in fiillerine uygunluğu itibariyle Peygamber’in hadislerini tetkikten ibâret olan bu ilimle maalesef muhaddişler pek az uğraşmışlardır.
Tanımdan da anlaşıldığı gibi bu ilim, Hadis İlmi’nin ruhudur. Ne var ki, bu tanım eksiktir. Müslümanlar arasında “içmâ” edilmiş (mecmâ aleyh) olan genel kaideye göre Kuran’la çelişen ve ters düşen her hadis ve söz terk edilir. Aynı zamanda Kur’ân-i Kerîm pek çok âyette akla çok büyük bir kıymet vermiştir. Binaenaleyh bu tanıma açık bir şekilde, Kur’ân-i Kerîm ve “akl-ı selim”e uygunluğu, kaydı da ilâve edilmeli ve hadisler bu açıdan eleştiriye tabi tutulmalıdır. Kanaatime göre Hadis Rivayet İlmine, “Hadis Usûlu” ismi verilmeden, sözünü ettiğimiz bu ilme “Hadis Usûlu İlmi” adı verilmeliydi. Hadisler bu açıdan ele alınmış olsaydı, en sahih hadis kitabı (Esahhü'l-kutub) sayılan Buhârî ile Müslim’in Sahihlerinde yer alan birçok hadisi de çerh etmek gerekirdi. Bununla beraber hadisleri bu bakış açısıyla ele alanlar da yok değildir. İmam Ebû Hanîfe’nin (o.150/767) bunların en ileri gelenlerinden biri olduğunu kesin bir dille söylemek mümkündür. Şerh-u Müsnedi İmam Azam (Haskefî Müsnedi) isimli eserde, “İmam Ebû Hanife, dirâyet ehlinden olduğu için onun kanaatine göre birçok rivayetin sıhhati vuzuha kavuşmamıştır” denilmektedir. İbn Haldun (o.808/1406) işe kendisinin meşhur Tarihinin (Mukaddime) “İlmu'l-Hadis Babı”nda, “Ebû Hanîfe, hadis olduğu kesin (yakîn) derecesinde olsa bile, vakıaya (nefs-i fiile) muhalif olur ise o hadisin rivayetini zayıf kabul etmiştir. Bu sebepten dolayı İmam A’zam, az hadis rivayet etmiştir” demektedir. Hadisleri bu gibi tetkik ve tenkitlere tabi tuttuğunda İmam Ebû Hanife’ye göre sıhhatinde şüphe olmayan hadislerin sayısı ancak on yedidir. İmam Mâlike göre de bu tür hadislerin adedi üç yüzden fazla değildir.
Ebû Hanîfe, hadisleri bu açıdan ele aldığından bu mezhebin ileri gelen alimleri, yalnız Hz. Ömer gibi sahabenin önde gelenlerinden hadis rivayet etmişlerdir. Ebû Hanîfe, “İnsan, yalnız işittiği günden itibaren rivayet edeceği saate kadar hafızasında sakladığı hadisleri rivayet etmelidir” demektedir. Bu durum Ebû Hanife’nin, mâna ile rivayetin doğru olmadığı kanaatini taşıdığını göstermektedir.
Yine tarifte geçtiği üzere, “Hadis Rivayet İlmi için dil bilgisinden başka, bir de şer’i kurallara, Hz. Peygamberin tarihine ve siyerine vakıf olmak lâzimdir” demek, bir hadisin manasını anladıktan sonra, onu dinin esaslarıyla ele almak, incelemek, sonra da diğer hadislere uygun olarak ondan bir hüküm çıkarmak demektir.
Dirayet İlmi, çok az bir değişiklikle fıkıh ilmine tatbik olunduğu zaman “Fıkıh Usûlu” adını alır. Herhalde fıkıh uleması bu konuda muhaddişlere göre daha çok uğraşmışlardır. Muhaddişler ise ağır mesâilerini isnadlara ve riçâl ilmine vs.ye tahsis ederek, hadis için en mühim olan bu ilme gereği kadar önem vermemişlerdir.

C. Hadis Riçâli İlmi
Rivayet, Hadis İlmi için ne kadar gerekli ise, rivayetin esasını teşkil eden hadis riçâlini yani hadis rivayeti ile ilgilenenlerin durumlarını bilmek de muhaddişlere göre son derece önemlidir. Hadis ilminde bir istilah olmak üzere “sened ve râvi” olarak da isimlendirilen râvilerin durumlarını incelemekten ibâret olan “İlmu Ricali'l-Hadis”, bütün ehemmiyetiyle tetkik edilmiştir. Hatta Elfiyetu'l-Irakî müellifi, bu bilgiyi hadis ilminin yarısı olarak nitelendirmiştir. Bu alanda eser telif eden alimler arasında öncelikle şu şahıslar sayılabilir:
ed-Dârekütnî (o.385/995), el-Hatîb el-Bagdâdî (o.463/1071), İbn Mâkûlâ (o.475/1082), İbn Nükta (o.729/1329), el-Hâfiz ez-Zehebî (o.748/1347), el-Müzenî (o.264/878) ve İbn Hacer el-Aşkalânî (o.852/1448) gibi birçok müellif bu sahada çeşitli eserler kaleme almışlardır. Bu hususta yazılmış bazı eserler, künye ve lakaplar atılmak suretiyle telif edilmiştir. Bu mevzuda meydana getirilen eserlerin en güzeli ve kullanımı en iyi olanı, Ebû Abdillah el-Hâkim’in (o.405/1014) K. el-Kunâ ve’l-elkâb’i ile ez-Zehebî'nin (o.745/1344) “el-Müktenâ fi serdi'l kunâ” isimli eserleridir.
Hadis ravilerinin lakapları hakkında Ebu Bekir eş-Şirazî (o.407/1016)’nin , Ebû Bekir el-Felekî (o.427/1035)’nin ve İbnu'l-Cevzî (o.597/1200) 'nin eserleri meşhurdur.
Bunlardan başka ravilerin künye, lakap veya isimleri benzerlik arzedenler araştırılmakla yetinilmiştir. İbn Sa'd (o.230/844)’in “Tabakat”ı, İbn Ebî Hayseme (o.279/892) ve Ahmed b. Züheyr’in eserleri ve de İmam Ebû Abdillah el-Buhârî (o.256/869)'nin Târıhı bu türdendir. İbn Hibban (o.354/965) ve İbn Sâhin'in (o.385/995) eserleri gibi bazı eserlerde yalnız rivayetleri mevsuk (güvenilir) olanlar toplanmış, yahut İbn Adiyy’in (o.365/976) eseri gibi yalnız rivayetleri zayıf sayılanlar alınmış ve bu konuda yazılmış bazı eserlerde de “çerh ve ta'dil” kurallarına göre rivayetleri mevsuk ve zayıf olanlar birlikte toplanmıştır. Bu konuda telif edilen bütün eserleri belirtmek için makalenin hacmi yeterli olmadığından aşağıda en meşhurlarını zikretmekle yetiniyoruz:

1. Esmâu Riçâli Sahihi'l-Buhârî, Ebû Nasr Ahmed b. Muhammed el-Kelâbâzî (o.398/1008).
2. Esmâu Riçâli Sünen-i Ebî Dâvud, Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Muhammed el-İsfahânî (o.418/1027).
3. Esmâu Riçâli Sünen-i Ebî Dâvud, Ebû Ali Hüseyn b. Muhammed el-Lübbâi et-Tâî (o.498/1104).
4. Esmâu Riçâli Kutub-i Sitte, el-Hâfiz b. Neccâr Muhammed b. el-Hasen b. Hibetullah (o.643/1245). Aynı müellif tarafından el-Hatîb'in “Târıhu Bağdat” eserine bir zeyl yazılmıştır.
5. Esmâu's-Şahâbe, İmam Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail el-Buhârî (o.256/869).
6. Riçâlu'l Erbea, İbn Hacer el-Aşkalâni (o.852/1448).
7. Riçâlu's-Sahihayn, Ebu'l-Kâsim Hibetullah b. Hasen et-Taberî (o.418/1027).
8. El-Mesâbe fî Âsâri's-Şahâbe, Suyûtî (o.911/1505).

D. Ensab, Tabakat ve Teracım İlimleri
Araplar, atalarının san ve şerefiyle övünür, onların menkıbelerine ve başarılarına pek fazla önem verirlerdi. Halkın hayal gücü, kabîlenin gururu, sâirlerin tasvir ve tavsifleri yeni unsurlar yaratır ve böylece bunlara bir takım tafsılat da ilâve edilmiş olurdu. Atalarının kahramanlıklarını ve zaferlerini düzenli olarak zikretmek övünç vesilesiydi. Bu durum eski Arap Edebiyatında pek bariz bir suretle görülmektedir. Bu menkıbe ve mefahır onların hayatında birinci derecede yer işgal etmektedir. Zira eski toplumlar, kendi atalarının nesebine, hikaye ve destanlarına büyük bir kıymet atfetmiştir. Bu durum medeniyet sürecine girememiş milletler arasında kuvvetli bir bağ oluşturmaktadır. Nesep, ecdadıyla övünmek için iyi bir araçtır. Asurlardan başlayarak Yunanlılara kadar tarihe bir göz atılacak olursa, o milletlerin ve ilahlarının neseplerini ve diğerlerinden nasıl silsile halinde ayrıldıklarını, ağızdan ağza rivayet etmek suretiyle hafızalarına yerleştirmiş oldukları görülecektir. O dönemin kavimleri, bir âdet olmak üzere özellikle büyüklerinin neseplerini ilahlardan birine nispet ederlerdi. İranlılar ise, atalarının beşeriyetin üzerinde olduklarını göstermek maksadıyla, onların neseplerini nebi veya resullerden birine kadar ulaştırmışlardır.
Eski Türk dinlerinin ve şecerelerinin kalıntılarında bu iz açık bir şekilde görülmektedir. Buralarda ilahların neseplerine ve diğerinden ne suretle ayrıldıklarına dâir az çok malumat ve işaretlere tesâduf edilmektedir. Türk nesebleri de –İbraniler gibi- büyük şahsiyetlerini peygamberlerin birine ve Ebu'l-beşer nâmıyla meşhur olan Hz. Adem'e kadar ulaştırırlardı. Mesela, Türk râvilerine göre Oğuz, Yafes vasıtasıyla Hz. Adem'in oğludur. Hatta Türk nesepleri bu hususta bir seçere de meydana getirmek istemişlerdir. Bu alanda en son yazılan Ebu'l-Gâzı Bahadır Han'ın Seçere-i Türkî adındaki eserinde, bu hususta ispatı güç olan birçok malumat vardır. Hatta Cengiz Han'ın nesebini yazan tarihçiler, onun nesebini onuncu babada, Hıristiyanların Meryem el-Azra’ları gibi babasız çocuk doğuran, yani ruh üflenilen beşer üstü bir hanıma bağlamak istemişlerdir.
Diğer yandan mukaddes kitaplar içerisinde kesin bir seçereye sahip olan İncil’dir. İşâ'nin Allah'ın oğlu olduğunu iddia eden bir eserde, Hz. İşâ'nin nesebi, Davud ve Süleyman vasıtasıyla İsrailoğullarının reislerinden ve peygamberlerinden olan İbrâhim ve Nuh'a kadar çıkarıldığı görülmektedir.
Kuran-ı Kerimde ise, Peygamberin nesebi hakkında söz bile edilmez. Hz. Muhammed (a.ş) ile Hz. İbrahim arasında var olan yegane münasebet olarak, her ikisinin de insanoğlunu mecûsîyetten kurtaracak hak dini (Din-i Hanîfi) talim ve tebliğ için gönderilmiş oldukları beyan olunmaktadır. Hz. Muhammed (a.ş) pek çok hadislerinde kendisinin sıradan (normal) bir insan olduğunu beyan etmiş ve şahsına aşırı hiçbir kıymet vermemiştir. Bununla beraber onun seceresini yazan tarihçiler de İsrailoğullarının neseplerinin aksine, Muhammed (a.ş.)’in ailesinden bahsederken asîl bir aile olmadığını beyan eden birçok hadisler rivayet etmişlerdir.
Peygamberin nesebi hakkında ilk bilgilere biz hadis mecmualarında (Kitabu’s-siyer kısımlarında) tesadüf etmekteyiz. Bu bapta en çok hadis rivayet eden kişinin Abdullah b. Abbas olduğunu belirtmek lazımdır. Bunların tamamında Hz. Muhammed (a.ş)’in neseb-i şerifi, Hz. İbrahim'e ulaşmaktadır. Bu hadislerin tetkiki makalemizin konusu dışında olup ayrıca araştırılması gerektiğinden bu hususta tenkit veya tahlil mahiyetinde bir söz söylemeyeceğiz. İşlâmiyet devrinde İlm-i Ensab'ın esaslarının, Hz. Ömer devrinde Müslümanları neseplerine ve peygambere olan yakınlıkları ve İslamiyet’teki kıdemlerine göre isimlerinin deftere kaydolunması ve onlara belirli bir maaş tahsis edilmesiyle meydana geldiğinde şüphe yoktur.
Emevîler ve Abbasîler devrinde askerî teşkilatlar kurulmaya başlandığı zamanlarda yine bu metot takip edilmiştir. Bir kişinin askerliğe kabulü birtakım şartlara bağlı idi. Asker olmak isteyen bir şahıs, Divân-i Askeriye Reisine müracaat eder ve kabul olunduğu takdirde deftere kaydolunurdu. Askerleri her şeyden evvel kabile ve nesep itibariyle kaydederlerdi. Bunun amacı bir kabileye mensup olanları diğerlerinden ayırabilmektir. Asker, Arap olduğu taktirde kabileler Hz. Peygambere olan yakınlığına göre sıralanırdı. Mesela Adnan Arapları kaydedildiğinde, Rebia ve Müdar'dan ayrı olarak ele alınır, Müdar kabilesi diğerlerinden öne geçirilirdi. Müdar kabilesi, Küreys vs. gibi kollara ayrılır ve Küreys, Peygamberin geldiği kabile olduğundan diğerlerine tercih olunurdu. Bu ise büyük bir muhasebe ve çeşitli isim defterlerinin oluşturulmasını gerektirirdi. Bu defterlerde vefatlar ve günün diğer olayları tespit edilmiş olduğundan, daha sonra bu defterlere göre günlük hadiseleri takip etme imkanı ortaya çıkmıştır. İşte bunların incelenmesi sonucunda Ensâb İlmi teşekkül etmiştir.
Diğer taraftan kimliğini ve atalarının nesebini aramak, derinlemesine bir araştırma yapmayı gerektirmektedir. Bu tetkikler, Arapların eski yaşantılarını ve geçmiş zamanların hatıralarını ve değişik şahısların durumlarını araştırmak için de bir vesile teşkil etmiş ve bunun doğal sonucu olarak İlmu'l-Ensab'dan başka bir de Tabakât ve Terâcim-i Ahvâl gibi ilimler de ortaya çıkmıştır. Kaldı ki, Peygamberin Medine'ye hicretinden sonra muhacirler ve Hz. Peygambere büyük yardımlarda bulunan Ensar, bilahare İşlâmiyet’in san ve şerefini yükselten olaylara katılmak veya İşlâmiyet’in yayılması için diğer hizmetlerde bulunmak bakımından “Ashab-ı Bedr” ve “Ashab-ı Uhud” ve “Ehl-i Bey'atı’r-Rıdvan” gibi birtakım tabakalara ayrılmıştır.
İşlâmiyet’te ilimlerin tedvinine başlandığı sıralarda işte bu üsûle göre hareket edilerek her bir ilim dalına mensup olanlar, çeşitli tabakalara ayrılmışlardır. Muhaddişler de, Hadis ilmini tedvin ettikleri zaman bu usule riâyet etmişlerdir. Bu üsûl onların bu sahadaki araştırmaları için bir takım kolaylıkları da beraberinde getirmiştir. Mesela, bunlar arasında ravileri tanımak, isim, künye ve lakap vs. bakımından birbirine benzeyenleri ayırt edebilmek sayılabilir. Hatta bu sebeple İlm-i Tabakât'r-Riçâl'in bir gayesi de bu karışıklığı önlemek olarak gösterilmektedir.
Tabakayla ilgili hususlar şunlardır: Yaş bakımından akran olup da bir devrin şeyh ve ustatlarından rivayet etmiş olanların, iki tabakaya da mensup olması mümkündür. Mesela, Enes b. Mâlik, Hz. Peygamberin sohbetiyle şereflendiği sabit olduğu için (sahabe tabakalarını içeren) “Tabakatü'l-aşere”ye, yaşı küçük olması itibariyle de ikinci tabakaya dâhildir. Sahabîlerin, ayırım yapılmaksızın bir tabakaya nispet edilip edilmemeleri hakkında tabakat bilginlerinin fikirleri farklıdır. İbn Hayyan (o.369/979) gibi, Sahabîlere Peygamberin sohbetiyle müşerref olanlar açısından bakanlar, onları bir tabakadan saymışlardır. Ebû Abdillah b. Muhammed b. Sa'd el-Bagdâdî (o.230/844) gibi, İşlâm’da kıdem ve İslamiyet’in san ve şerefini yükselten vakıalara katılım gibi faziletleri ölçü kabul edenler ise, Sahabeyi ön iki tabakaya (Hülefâ-i erbea, Aşere-i mübessere, Ashabı Bedr, Ehl-i Bey'atı’r-Rıdvan vs.) ayırmışlardır.
Öte yandan Tâbiîni tabaklara ayırmak meselesinde de iki bakış açısı vardır:
a. Sahabeden rivayet eden herkese Tabiîn denildiğini ileri sürenler: Mesela, İbn Hibban (o.354/965), Tabiîni bir ayırıma tabi tutmadan tamamını bir tabakadan saymıştır.
b. Sahabîleri gören ve onlarla sohbet eden kimselerin Tabiîn şeklinde isimlendirilmesini esas alanlar. Mesela, İbn Sa’d bunları beş tabakaya ayırmıştır:
(1) İşlâmdan önce ve İşlâm devrinde hayatta olup da Peygamberi göremeyenler.
(2) “Aşere-i mübessere”yi görenler.
(3)Tabiînden olup da fıkıh ilmiyle meşhur olan yedi âlim.
(4) Tabiînin ileri gelenleri
(5)Tabinden olup da Sahabîlerden rivayet etmeyenler.
Muhaddişler, râvilerin doğdukları ve vefat ettikleri yerleri ve “vatan-ı aslî”lerini ve neseplerini bilmek hakkında da çaba harcamışlar ve bu sahada çeşitli eserler meydana getirmişlerdir. Hadisçiler, fıkıhçılar, tarikat ve tasavvuf ehli, tefsirci ve tarihçiler gibi ayrı ayrı ilim dallarına mensup olan kişilerin şecereleri bunun örneklerindendir. Fakat Hadis İlmi ile ilgilenen şahıslar bunların tamamıyla uğraşmazlar; zira onların vazifesi yalnız hadis râvilerini ve hadislerde geçen neseplere dair bilgileri incelemektir. Bundan anlaşıldığına göre Ensab İlmi, o devirlerin etnografyasını anlamak bakımından da çok yararlıdır.

E. Sıka ve Zayıf Râviler ve Rivayetlerin Durumu
Hadis rivayet eden şahısların rivayetlerinin güvenilir (mevsuk) yahut zayıf olup olmadığını incelemek konusunda da çok önemli adımlar atılmıştır. Hadis Riçâli İlminin önemli bir bölümü sayılan bu ilim dalı "İlmu's-sıkat ve'd-duafâ min ruvatı'l-hadis" adıyla anılmıştır. Dini konularda ihtiyatlı olmak ve dinin esaslarından biri olan Hadis İlminde meydana gelmesi muhtemel olan yanlış ve hatalardan korunmak, bu ilmin gayesi olarak gösterilmektedir. Rivayet İlminin bir dalı olan bu ilme dâir birçok eserler telif edilmiş ise de biz burada bir kaçını zikretmekle yetiniyoruz:
(1) Kitâbu’s-Sıkât, el-Hâfiz Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân el-Büstî (o.354/965).
(2) Kitâbu's-Sıkat mimmen lem yeka fi'l-Kutubi's-Sitte, Zeynüddin Kâsim b. Kutluboğa el-Hanefi (o.879/1474).
(3) Kitabu's-Sıkat, Halil b. Sâhin (o.385/995).
(4) Kitabu'd-Duafa, el-Buhârî (o.256/869).
(5) Kitabu'd-Duafa, en-Neşâî (o.303/915).
(6) ed-Duafa, Muhammed b. Amr eş-Sa'lebî (o.427/1036)
(7)Tarihu İbn Ebî Hayseme (o.279/892). Zayıf ve sıkaları cem eden eserlerdendir.
(8) Kitabu'l-Çerh ve't-tadil, İbn Ebî Hâtim er-Râzî (o.275/888). Zayıf ve sıkaları cem eden eserlerdendir.


F. Çerh ve Ta'dil İlmi
Bir rivayeti çerh etmek demek, çerhin sebep ve illetlerini bularak onu tenkit etmek ve netice itibariyle o râvinin rivayetini reddetmektir. Çerh sebeplerinin en önemlisi ise, bir râvinin rivayetinin makbul olması için lâzim olan şart ve vasıfların o râvide bulunmamasıdır. Mesela, bir râvinin yalancı olması, hafızasının zayıflığı veya mana ile rivayet ettiği halde dil, gramer ve dini kaidelere vakıf olmaması gibi durumlar vs. çerhe sebep teşkil ederler. Çerh, râvide bulunan çerh sebebine göre değişir. Muhaddişler açısından en şiddetli olan çerh, “En yalancı adamdır” (deccalun, kezzabun) gibi sözlerdir. En hafifi de “Hıfzı fenâdir” , “Onun aleyhinde söz vardır” gibi tabirlerdir.
Ta'dil ise, araştırma neticesinde belirli bir râvide rivayet şartlarının bulunduğunu tespit etmektir. Yani râvide bulunması gereken her bir şart ve vasfın, o şahısta tahakkuk etmesidir. Ta'dilin en mükemmeli ise,"En mevsuk bir zattır", “Sâbittir", “Doğrudur, doğrudur” ve “Mevsuk hafızlardandır” gibi terimlerle olanıdır. En zayıf olan ta'dil de, "Bu zatın hadisi rivayet edilebilir” gibi bir bakıma çerhe isâret eden ibârelerdir.
Çerh ve ta'dil hususunda son derece titiz olanlar Hanîfe Mezhebine mensup âlimlerdir. Onlara göre her çerh, ta'dile takdim edilir. Yani bir râvide çerhi gerektiren bir sebep mevcut olduğu takdirde, onun hakkındaki ta'diller geçerli değildir.
Hanefî âlimlerinin aynı zamanda insanların fikirlerine muhalif olan âyetler ve hadisler hakkında da farklı bakış açıları vardır. Bu husustaki fikirlerinin bir örneği olarak bu mezhebe göre yazılan en mutemet ve esaslı eserlerden olan Üsûl-i Kerhî'den iki örnek verelim:
(1) Mezhep imamlarımızın fikirlerine muhalif olan her âyet “mensuh” olarak değerlendirilir, ya da tercihe hamlolunur.
(2) Bir hadis, mezhep imamlarımızın fikriyle çeliştiği takdirde, o hadis “mensuh” yahut kendi derecesinde olan diğer bir hadise muhalif sayılır. Yani bunların görüşüne göre mezhep alimlerinin tetkik ve görüşleri, kıyasa, âyet ve hadislere dayanarak ortaya koymuş oldukları ahkam ve kaideler diğerlerine tercih edilmektedir.
Muhaddişler de çerhin ta'dilden önce değerlendirildiğini açıklamışlarsa da, çoğunlukla bu kaideyi tatbik edememiş oldukları aşağıda isnad hakkında sunulan açıklamalardan anlaşılmaktadır.

1. İsnadın önemi: Hadis ilmi için isnâd ve rivayetin önemi o kadar büyüktür ki, bu yüzden Hadisler, ravilere ve rivayetlere göre çeşitli kısımlara ayrılmaktadır. Mesela bir Hadisi yalana nispet etmek mümkün olmayacak kadar çok sayıda râviler rivayet ettiği takdirde, hadis “meşhur” olur. Üçten eksik râvisi bulunduğu zaman hadis “aziz”, yalnız bir şahıs rivayet ederse “garib” olur. Hadis “mütevatır” öldüğü takdirde, onun râvilerinde “sıkâlik” ve “adâlet” gibi vasıf ve şartların bulunması gerekir. Bu vasıf ve şartlara göre hadislerin dereceleri değişiklik arz eder. Nitekim bu şart ve vasıflar mevcut olduğundan en sahih sened, 1. Zuhrî Rivayetlerde aradıkları vasıf ve şartlar bakımından İmam Buhârî (o.256/869) ve İmam Müslim'in (o.261/874) ittifâk etmiş oldukları (müttefekün aleyh) rivayetler, diğerlerine tercih olunur. İmam Buhârî'nin şartları daha ağır ve kitabı da Kuran'dan sonra en sahih kitap البخاري) أصح الكتب بعد كتاب الله) kabul edildiğinden, Buhârî’nin rivayeti Müslim’in rivayetine tercih edilmiştir.
Diğer taraftan râvinin yalanı (kızbi) yahut yalan ile itham edilmesi (kızb ile müttehem olması), veya “iffeti”, “fiski”, “vehm”ine göre rivayeti, rivayetinin kendisinden “sıka” olan râvinin rivayetine muhalefeti, “cehâleti”, “bidatı”, “sû-i hıfz”i itibariyle hadis, “mevzu”, “metruk”, “munker” ve “muallel” gibi kısımlara ayrılır.
Muhaddişler, rivayetleri bir de yaş esasına göre ele almışlardır. Bu tasnife göre râvi, rivayet ettiği zatla yaş hususunda eşit veya yakın olursa, bu rivayet “müdebbec” adını alır. Bu konuda ed-Dârekütnî (o.385/995) müstakil bir eser yazmıştır. Yaş olarak kendisinden küçük birinden rivayet ederse “Rivayetu'l-ekâbir anı'l-eşâgir” (büyüğün, küçükten rivayeti) adını alır. Râviler senedin başlangıcından sonuna kadar aynı tabirle, mesela, “Semi'tü” yahut “Haddesenâ” vs. gibi terimlerle rivayet ederlerse bu hadise “müselsel” denilmektedir. Râvilerin isimleri yazılış bakımından aynı fakat noktalama bakımından değişik ise “el-Mu’telif ve’l-muhtelif” adı verilmektedir. Ebû Ahmed el-Askerî (o.382/992) , Abdülganî b. Saîd (o.409/1018) ve ed-Dârekütnî bu sahada müstakil eserler yazmışlardır. Râvilerin künyeleri ve lakapları da son derece titizlikle araştırılmıştır. Bundan da maksat isimleri bir olup künyeleri farklı olan râvileri veya iki künyesi yahut iki lakabı olup olmadığını ya da künyesi babasının ismiyle adına nispet edilenleri (Ebû Eyyûb ve Ummu Eyyûb gibi) öğrenmek ve bunları diğerinden ayırt edebilmektir. Hatta râvilerin erkek ve kız kardeşleri, hocalık ve talebelik âdabına riâyet edip etmedikleri; hadisleri nasıl alıp, nasıl rivayet ettikleri; rivayet etmiş oldukları hadisleri yazmaları ve hadis rivayeti için yaptıkları yolculuklar ve “müsned” halinde hadisleri “cem ve telif”leri vs. halleri ayrıntılarıyla ele alınmıştır.
Öte yandan hadis kitaplarında neseplere dâir olan bilgiler, Hz. Peygamberin nesebine ait Hadislerle başlamaktadır. Binâenaleyh Hz. Muhammed (a.ş)’den Hz. İbrahim (a.ş.)’e ulaşan bu seçerenin kaynaklarından birini Hadis kitapları teşkil etmektedir. Bu yüzden Hadis Tarihi ve ilmi ile meşgul olan kimseler, bu şecereleri ve bu şecerelerde zikredilen değişik şahısları incelemek zorundadırlar. Bu seçerenin Hz Muhammed (a.ş.)’den Adnan'a kadar olan kısmında Arap isimleri çoğunluktadır; üst tarafı ise, Araplar tarafından değiştirilmiş eski İbrânî isimlerinden oluşmaktadır. İşte bu şecereler, Hz. Ömer (o.23/643) zamanından itibaren defterlere yazılan isimler ve bunların nesepleri “İlmu'l-Ensâb” için bir eser ve kaynak teşkil etmiştir. Muhaddişler bu esaslar çerçevesinde râvilerin neseplerini araştırmışlar ve her bir râvinin nesebi hakkında az çok bir malumat toplamışlardır. Bazen bununla da yetinmeyerek İsrailoğullarına mensup peygamberlerin ve İskender gibi şahısların neseplerini tespit etmekle de uğraşmışlardır. Bunun sonucunda belli bir sayıyla sınırlanamayacak şekilde, “seçere” ve “nesebnâmeler” çoğalmış ve seçere silsileleri türemiştir.
Buraya kadar gayet özet olarak aktarılan bilgiler, rivayet ve isnâd ile hadislerin kısımlarından ve ana hatlarından ibarettir. Bunlar usandırıcı olmakla berâber Hadis Tarihi ve Hadis İlmi hakkında bir fikir oluşturmak için bilinmesi zorunlu olan hususlardır. Bu taksimattan anlaşıldığı gibi söz konusu olan esas meseleler: 1-Hadis Rivayet İlmi, 2-Hadis Dirayet İlmi, 3- Rivayetin bir şubesi olan Hadis Ricali İlmi, 4-Ensâb, Tabakât ve Terâcim-i Ahvâl İlmi, 5-“İlmu'd-Duafa”, 6-“Çerh ve Tadil”, 7-“İsnâd”, 8-“Kitabetu'l-Hadis” gibi mevzulardır.
Aşağıda sunacağımız literatur kısımlarından görüleceği gibi, bunlar Rivayet İlminin birer şubesi olan ayrı, ayrı ilim dallarından ibaret olup her biri hakkında değişik eserler meydana getirilmiştir. Bundan anlaşıldığına göre bu meselelere dair ayrıntılı bilgi vermek için bir seri oluşturmak icap eder. Makalemizin boyutu ve durumumuz buna müsait olmadığından bu çalışmada bunları genel hatlarıyla gözden geçireceğiz.

2. İsnad Tenkidi
Daha önce de açıklandığı gibi İsnad, bir hadisi Hz. Peygamberin kendisinden yahut ashabın birinden başlayarak, o hadisin metnini yazı halinde tespit eden zata gelinceye kadar, sıfâhen rivayet eden şahısların zaman sırasıyla isimlerini saymaktan ibarettir. Bundan anlaşılacağına göre isnad, Hz.Peygambere kadar erişen birtakım isim cetvelinden oluşmaktadır. Bu ise, Peygamberin sözlerini, fiillerini yahut takrirlerini rivayet eden şahısların isimlerini hâfizada saklamakla tahakkuk eder. Binâenaleyh yüzlerce hatta binlerce hadis rivayet eden bir râvinin, binlerce isim cetvelini hafızasında saklamış olduğunu teorik olarak kabul etmemiz gerekir.
Rivayetin bir kolu olan isnad, yani râvilerin isim cetvelleri, dini ahkâmi ispât edecek hadislerin, sahih ve zayıf olduğunu göstermek için bir vâsita olduğundan, rivayet gibi isnad hakkında da şer’î deliller arama gereği ortaya çıkmıştır. Daha önce de açıkladığımız gibi, o devrin sosyal durumu, her işin, Peygamberin sünnetine uygun olarak yerine getirilmesini zorunlu kılmıştır. Bu sebepten dolayı dini hükümlerin ispatına medâr olan bu konunun şer'i esaslarının, Peygamberin hâdış-ı şeriflerinden aranılması pek tabidir. Tetkik neticesinde bu meseleye dâir delil makamında selefe ait birkaç söz nakledilmektedir. Meselâ, İmam Müslim’in bir rivayetinde, “Bu ilim yani Hadis İlmi dindir (ülûm-i diniyyedendir) bunun için de Hadis İlmi tahsil edeceğiniz vakit kimden rivayet ettiğinize dikkat ediniz” denilmektedir.
İsnad da rivayet gibi hadislerle birlikte yani Hz. Peygamberin hadisleri tetkik edilmeğe başlandıktan sonra teşekkül etmeğe başlamıştır. Hz. Osman'ın şahadetini müteakip siyasi ve kısmen dinî mahiyette olan fırkalar teşekkül edinceye kadar, isnadın ciddi bir surette ele alınmadığı hakkında katı deliller mevcuttur. Sahih-i Müslim'de kesin olarak; “Fitne zamanına kadar rivayetin senedini sormazlardı. Fitnelerin zuhurundan sonra senedler sorulmaya başlandı. Râviler “Ehl-i Sünnet”ten olduğu takdirde Hadisleri kabul edildi ve “Ehl-i Bid’at”ten iseler terk olundu” denilmektedir.
Öte yandan Abdullah b. Abbas (o.68/687) hayatta iken râvilere şüphe gözüyle bakılmağa başlandığı şu olaydan anlaşılmaktadır: Beşr b. el-Adıy, Abdullah b. Abbas’a: “Ben sana Peygamberin hadisini rivayet ediyorum sen niçin dinlemiyorsun” dediğinde, ki, onun nasıl davrandığı kaydedilmemiştir, ancak Abdullah b. Abbas’ın, “Resulullah'tan sadece Sahih Hadisler rivayet edildiği zaman biz de hadis rivayet ediyorduk. Ne zaman ki, herkes Hadis rivayetine kalkıştı biz de terk ettik” sözü, o devirde isnadın az çok tetkik edilmeğe başlandığını ortaya koymaktadır. el-Mügire'nin (o.50/670): “Ali taraftarlarının Ali'den olan hadis rivayetleri yalnız Abdullah b. Mesud vasıtasıyla kabul olunur idi” şeklindeki açıklaması da, İşlâm’da ilk siyâsi grupların teşekkülünden hemen sonra isnadların tenkidine başlanıldığını göstermektedir.
el-Aşmaî (o.216/831) , İbn Ebi’z-Zinâd'dan (o.130/747): “Medine'de ehil değildirler diyerek rivayetleri reddedilen yüz kimseyi gördüm” dediğini nakletmektedir.
İsnadın dinden olduğunu rivayet eden Abdullah b. Mübarek de, bazı kimselerin mesela “Şehr” nâmındaki birinin rivayetinin terk edildiğini zikretmektedir. Muhammed b. Sa’d el Kattan , pederinin “Sulahadan olan zevatın her şeyden ziyâde hadis rivayet ederken yalan söylediklerine vakıf oldum” dediğini rivayet etmektedir.
Buraya kadar zikredilen rivayetlerden anlaşıldığına göre bu devirde Sulahadan sayılan kimselerin, hadis uydurmak ve bunları yaymakla meşgul oldukları, üstelik bunların önemli bir yekün teşkil ettikleri görülmektedir.
Sahih-i Müslim müellifi (o.261/874), hayatta iken isnad tenkidinin gelişmiş olduğu, eserinde isnadın tahliline tahsis etmiş olduğu müstakil bölümden anlaşılmaktadır. Müslim, bu babtaki tahliline kendisiyle çağdaş olan bazı “Ehl-i Hadis”in isnadlara olan “ta’n”larını ve onları tashih etmekle uğraşmalarını acı bir dille tenkit etmekle işe başlamaktadır. Müslim’in fikrine göre isnadların aleyhinde bulunmak bidat, uydurma ve yalan kapsamına girmektedir. Onun düşüncesine göre muasır olup da akranından Hadis rivayet etmeleri mümkün olan şahısların, birinin diğerinden rivayetine mülaki olduğuna dâir bir veri mevcut olmazsa bile, bunların kendi muasırlarından olan rivayetleri şer’î bir delildir; ayrıca “Fulandan bu hadisi işittim” gibi açıklamalara lüzum yoktur. Bu hususta önceki ve sonraki alimler ittifak halindedirler. Bu gibi zevatın isnadları, ravilerin birbiriyle karşılaşmadıklarını ve birinin diğerinden rivayet etmemiş olduğunu göstermeye yetmiyorsa dahi makbuldür ve hüccettir.
Bundan başka hadis râvileri ilk dönemlerde olduğu gibi hali hazırda da birbirleriyle karşılaşmadıkları ve birbirinden işitmedikleri halde “mevküf” olarak rivayet etmişlerdir. Mesela, Hisam b. Ürve'nin (o.93/711), Hz. Aişe'den (o.58/678) hadis almayıp hadisleri babasından aldığı kesin olarak bilindiği halde, Hisam'ın Aişe'ye olan isnâdi bunun tipik bir örneğidir.
Hadisleri nakleden hadis imamlarının, hadisi işitmiş oldukları ravilerin isimlerini zikretmeksizin, “irşal tarıkıyle” rivayetleri de bilinmektedir. Selef alimlerinin hadis ve isnadların sıhhat ve zafiyetini tetkik etmiş oldukları bize malum değildir. Nitekim Eyyûb eş-Sahtiyanî (o.131/748), İbn Avn (o.151/768), İbn Mâlik, Malik b. Enes (o.179/795), Şube b. el-Haccac (o.160/776), Yahya b. Saîd el-Kattan (o.143/760) ve Abdurrahman b. Mehdî (o.198/814) ve bunlardan sonra yetişen diğer ehl-i hadis, üstadın sıhhat ve zafını tenkit etmemek hususunda birer örnek teşkil ederler. Kısaca, râvi “tedlis” ile maruf olmadığı taktirde isnadları incelemek muhaddişlerin âdeti değildir. Müslim, bu fikrini pekiştirmek için birçok misallerle görüşme ve işitme (ârâ ve istimâ’) meselesinin sözkonusu olmadığını ifade etmektedir.
Sahih-i Müslim sahibinin özetle zikrettiğimiz bu açıklamasından anlaşıldığına göre, o devirde isnadları ciddi bir surette tetkik ve tenkit eden zevat bulunmaya başlamış ise de, Müslim gibi en meşhur muhaddişlerden bazıları, bunların isnadları eleştirmelerine “bid’at” gözüyle bakmışlardır. Hatta bu beyandan bir ravi, yalanla, hadis uydurmakla ve tedlisle maruf olmadığı takdirde isnadları tenkit etmenin makbul olmadığı anlaşılmaktadır. Aynı zamanda bazı senedleri hazf etmek de bir âdet hükmünde idi. Müslim’in zikrettiği bu şahıslar tabiînin büyüklerinden olup Ashab'tan rivayetleriyle maruftur.
İsnadların gelişimi ve tekâmulunu gösteren en önemli vesika, rivayet tarıkı ile toplanmış Hadis kitaplarıdır. Bu sahada telif edilmiş eserleri sırasıyla tetkik edecek olursak, isnadın tekâmül tarihi açık bir surette göze çarpar. İlk defa olarak bu alanda telif edilen Ürve b. Zubeyr'in (o.93/711) eseri gözden geçirildiğinde, bu eserde isnadın daha işlenmemiş bir halde bulunduğu görülmektedir. Ürve, Hadisleri genellikle isnadsız olarak zikretmektedir. Demek ki, Halife Abdülmelik devrinde (h.70-80) Peygamberin vefatından epey bir zaman geçtiği halde Hadislerin kimlerden rivayet edildiği çoğunlukla beyan olunmuyordu. Bu tarihten yarım asırdan daha fazla bir zaman geçtikten sonra telif edilmiş olan İmam Malik'in el-Muvatta'ında ise, isnadların ınkısaf etmekte olduğu görülmektedir. Sahih-i Buhâri'de ise artık isnadların tekamül etmiş olduğu açık bir biçimde ortadadır. Dolayısıyla bu eserler, isnâdin ınkisâf ve tekamülünü göstermek ve yukarıda zikrettiğimiz fikirlerin sıhhatini ispat etmek için birer belge niteliğindedir.
İsnâdin tarihi gelişimini ve tekâmulunu öğrenmek için ayrı müstakil eserler pek çoktur. Bunların en mühimleri Taberî (o.310/922) ve Buhârî tarafından meydana getirilmiştir. Bilhassa Taberî'de bu hususta en eski tarihi vesikalar son derece dikkatle toplanmıştır.
Her bir râvinin ve Hadise dâir eser yazan her bir müellifin, bir yahut birkaç senedi mevcut olduğunu zikretmemiz lâzimdir. Bu senedler o kadar çoktur ki, onların tamamını tespit etmek için ciltler dolusu yazı yazmak gerekmektedir. Mesela, İmam Ebû Hanife'nin isnâdi, Hammad b. Ebî Süleyman Müslim el-Eş'arî (o.120/737) vasıtasıyla Peygambere ulaşmaktadır.
Aynı zamanda her Hadis kitabını isnâddan kıraat eden her zâtin meselâ, İmam Mâlik'in el-Muvatta’ adli eserini okuyan bir talebenin, İmam Mâlik vasıtasıyla Peygambere ulaşan bir ya da daha çok senedi vardır. Sonraki asırlarda yaşayan bir kimsenin meselâ, el-Muvatta sahibi İmam Mâlik'e, ondan da Hz. Peygambere kadar vâsil olan senedini tespit edebilmek için asgari olarak İlâhiyat Mecmuasının bir sayfasını isim cetveliyle doldurmak lâzimdir ki, sözü uzatacağı için bundan kaçınılmıştır.

G. Hadislerin Yazımı
Hz. Muhammed (a.ş) hiçbir vakit kendisine insanüstü bir kıymet vermemiştir. O, hayatı boyunca mütevazı olmuş ve içinde bulunduğu çevrenin bir ferdi gibi yaşamıştır. Bazı özel durumlar dışında kendisinin sözlerini yazmaya bile müsaade etmemiştir. Ancak yukarıda zikrettiğimiz gibi, o devrin İslam toplumu ve onun ashabı her işte onun eserine tabi olmak ve yeni kurulmuş olan İşlâm toplumu ve fertleri her türlü işlerini hatta günlük yaşantılarını da onun yaptıklarına dayandırmak istemişlerdir. Diğer yandan -Kuran-ı Kerim ancak genel ve ana kaideler içerdiğinden- Kuran'dan zikri geçmeyen ve fakat günlük hayatta ortaya çıkan problemlere din adına çözüm üretebilmek için Hz. Peygamber’in Hadislerini rivayet etmişlerdir. Ağızdan ağıza olan bu rivayetlerde Peygamber devrinden uzaklaştıkça sapmalar hatta yalan ve uydurmalar görüldüğünden, Hadisleri yok olmaktan korumak üzere yazı ile tespit (kitabet) meselesi gündeme gelmiştir.
Hz. Peygamber, birkaç kez kendi sözlerinin dünya işleri için önemi olmadığını : “Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” sözleriyle ıfâde etmiş ise de, râviler Peygamberin bu ıfâdesini dikkate almadan ve ayırım yapmadan onun her sözünü ve hatta günlük hayatının hatıralarını ve Peygamberin huzurunda yapılmış ve onun tarafından inkar edilmemiş her şeyi, dini bir delil olarak rivayet etmişlerdir. Hadisler yazı ile tespit edildiği zamanlarda da aynı metot takip edilmiştir.
Hz. Peygamber büyük bir ihtimalle bu gibi yorumlara meydan vermemek için hadisleri yazı ile tespit etmek isteyenlere müsaade etmemiştir. Ebû Sâh vakası gibi birkaç vaka istisna olunursa, Peygamber kendi hadislerinin yanı sözlerinin yazımını yasaklamıştır. Hz. Peygamber kesin olarak, “Benden Kuran'dan başkasını rivayet ederek yazmayınız, ve sizlerden hanginiz benim Hadislerimi yazmış ise imha etsin!” buyurmuşlardır. İşte bu gibi sebeplerden ötürü hadisleri yazı ile tespit etmek meselesi gündeme geldiği zaman, Hz. Ömer (o.23/643), İbn Mesud (o.32/652), Zeyd b. Sâbit (o.42/662), Ebû Mûsa el-Eş’arî (o.51/671), ve Ebû Sâid el-Hudrî (o.74/693) ve diğer bir çok sahabî bunu mekruh bir iş olarak kabul etmişlerdir. Bunların delilleri de yukarıda zikrettiğimiz vakalar ve bu meyandaki Hadislerdir.
Sahabe içerisinde diğer bir grup mesela, Hz. Ali (o.40/660) ve oğlu Hasan (o.49/669), Enes b. Mâlik (o.93/ 711), Abdullah b. Ömer (o.73/692), Abdullah b. Amr b. el-Aş (o.65/684) vs. bazıları, hadisleri yazı ile tespitin caiz olduğu görüşündedirler. Bunların delili de Hz. Peygamberin, Ebû Sâh el-Yemenî için bir hutbesini yazmaya müsaade etmiş olmasıdır. Ayrıca Hz. Ali'nin elinde de bir risâlenin mevcut olduğu muhakkaktır. Bundan başka Hz. Peygamberin etrafa gönderdiği kimselere zekat ahkamını ve asker reislerinden bazılarına ve yabancı memleketlerin emir ve padişahlarına mesela, Hirakl, Kısrâ ve Habes Padişahı Necası’ye risaleler ve mektuplar yazdırmış olduğu bilinmektedir. Vefatı yakınlaştığı sıralarda, “Size rehber olacak bir şey (vasiyet) yazacağım” dediği sabittir. Fakat buna karşılık Hz. Ömer, “Peygamber ağır hastadır, bize Allah'ın Kitabı kâfıdır” demiş ve bundan dolayı ashab arasında ihtilaf çıkmış, bu sebeple de bu iş gerçekleşmemiştir.
Hadisleri yazmanın mekruh olarak kabul edilmesinin daha başka sebepleri de vardır. Bu sebeplerden biri de “Kitabetu’l-Hadis”in sonradan ortaya çıkmış olmasıdır. Öte yandan Hz. Ömer gibi şahısların, “Diğer milletler kendilerine gönderilmiş semavî kitapları, Peygamberlerinin sözleriyle karıştırdıklarından, sırat-ı müstakim'den ayrılarak azgınlık yoluna saptılar” gibi ıfâdelerinden anlaşıldığına göre, Hadislerin, Kuran-ı Kerimle karıştırılması korkusu ve endişesi de başka bir sebep olarak gözükmektedir. Hz. Ömer, Halife Ebû Bekir'e Kur'anı cem etmenin lüzumunu beyan ettiği vakit, ihtiyar halife: “Peygamberin yapmadığı ve yapılmasını vasiyet etmediği bir işi ben nasıl yaparım” demiştir. İbn Abbas'ın da (o.68/687) yazı ile ilmin tedvinini yasaklayarak, “Sizden evvel yazı ile ilimleri tedvin eden kavimler hep doğru yoldan çıkmışlardır” dediği rivayet edilmektedir.
İlmin yazı ile tedvinine karşı olanlar, Sahabe ve kısmen Tabiîn devrinde bile etkili idi; büyük sahabîlerden birçoğu bu görüşte olduklarından hıfzetmiş oldukları bilgilerin tedvinini isteyenlere olumsuz cevap verirlerdi. Tabiûnun büyüklerinden olan Saîd b. Cubeyr (o.95/713)’den Kuran'a bir tefsir yazması istenince: “Bir tarafımın kesilip düşmesi bu işi yapmaktan daha iyidir” dediği nakledilmektedir. Ancak Kuran nüshalarının İşlâm ülkelerinin her yerine dağılarak çoğalmasıyla birlikte hadislerin Kuran ile karışma ihtimali ortadan kalkmıştır. Diğer taraftan ise risâlet döneminden uzaklaştıkça ve o devirlerin sosyal ve târıhı durumlarını bilenler azalmış, Kuran'ın muhtelif ayetlerini anlamak zorlaşmıştır. Bundan başka Müslümanlar arasında çeşitli fırkaların türemesiyle, her bir grubun kendi çıkarları doğrultusunda hadis uydurmaları ve özellikle yalan hadislerin yaygınlaşması, hadislerin bir araya toplanmasına (cem/tedvin) ve telif olunmasına sebep olmuştur.

H. Sahabe ve Hadis Râvîleri
İbn Hacer'in el-İşâbe adlı eserinde yer alan bir rivayete göre Hz. Peygamber vefat ettiği zaman erkek ve kadın olmak üzere yüz bin kadar kimse onu görmüş ve hadis rivayet etmiş bulunuyordu. Ebû Zur'a’ya atfedilen bir haberde ise bu sayının çok altında olarak sekiz bin, Uşdü’l-gâbe'de 7554 kişi gösterilmektedir. el-İsabe'deki sözü, râvilerin sayısıyla karşılaştırırsak her iki haber bir nev'i örtüşmüş olur. Büyük bir ihtimalle Peygamberin vefat ettiği zaman onun ağzından hadislerini rivayet edenlerin sayısı pek çok idi. Fetihler neticesinde sahabîler çeşitli İşlâm ülkelerine dağılmışlardı. O devrin İşlâm merkezlerinden olan Mekke ve Medine dışında, Basra, Küfe, Şam, Rey ve Mısır gibi memleketlere gidenlerin sayısı da pek fazlaydı. Türkistan'da yahut Endülüs'te yaşayan bir Hadis meraklısı, Hadis İlminde ihtisas sahibi olmak ve bu sahada bir eser meydana getirmek isterse bu memleketleri dolaşmaya mecbur idi.
Bir taraftan söz konusu engeller ortadan kalkıp, diğer taraftan da yazı Müslümanlar arasında yaygınlaşınca rivayet tarıkı ile çeşitli hadis kitaplarının tedvinine başlanmıştır. Birçok hadisin doğrudan doğruya Peygamberin tercüme-i hâlı ile alakalı olduğu bilinmektedir. İlk defa olarak Ürve b. Zubeyr (o.94/712) Peygamberin tercüme-i hâline ait olan hadisleri toplamıştır. Bu tarihten yaklaşık on sene sonra vefat eden Sa'bi b. Şerâhil (o.105/723) ve bundan on dokuz sene sonra vefat eden Züheyr de (o.124/741) bu alanda Ürve'yi taklit etmişlerdir. Bu iki zat, Emevîlerin hakimiyeti zamanında yaşadıklarından, Şam’daki Emevîler sarayına gelmişler ve orada yaşayan sahabeden rivayet ederek Peygamberin tarihine ait olan hadisleri toplamışlardır.
Bunlardan başka er-Rebi b. Sabih (o.160/776) ve Saîd b. Arube (o.156/772 ) her babı ayrı ayrı olmak üzere hadisleri toplamışlardır. Yine bu devirde eski medeniyet merkezi olan Yemen'den, Şam'a gelip yerleşen Abîd b. Seriyye ve Vehb. b. Münebbih (o.114/732), Tevrat tarzında tarihi umûmiyyeye dâir eserler yazmakla meşgul oluyorlardı. Ebû Mihnef (o.157/773) de Irak'ın Araplar tarafından fethedilmesini anlatan tarihini o sıralarda yazmıştır. Diğer taraftan da İbnu’l-Mükaffa (o.142/759), “Kitabu'l-Mülûk” gibi eserleri Pehlevî lisânından tercüme etmiştir.
İmam Ebû Hanife (o.150/767) yetişip de onun akla istinat eden kıyası kullanır hale getirmesi, bu fikre karşı olanları zorunlu olarak Hadis ilmiyle uğraşmaya yöneltmiştir. İmam Mâlik (o.179/795) Medine'de, Ebû Muhammed Abdu’l-Melik b. Abdülaziz b. Cüreyc (o.150/767) Mekke'de, Ebû Ömer ve Abdurrahman b. Ömer el-Evzâi (o.157/773) Şam'da, Ebû Abdullah Sufyan b. Sâîd eş-Sevrî (o.161/777) Küfe'de ve Ebû Seleme Hammad b. Seleme b. Dînâr (o.167/783) Basra'da Hadis İlminin tedviniyle meşgul olmuşlardır. Bu şahısların muasırları tarafında da “müsned”ler telif olunmuştur ki, müellifleri şunlardır:
Ubeydullah b. Musa el-Absi el-Küfi (o.213/828), Müsedded b. Müşerhed (o.228/842), Esed b. Mûsa el-Emevî (o.212/827), Nüaym b. Hammad el-Huzaî (o.228/842), İmam Ahmed b. Hanbel (o.241/855), İshak b. Rahûye (o.238/852), Osman b. Ebî Şeybe (o.239/853), Ebû Davud et-Tayâlisi (o.204/819) vs. Bu “müsned”lerin adedi çok olmuş ise de bizim elimize bunlardan yalnız ön tanesi ulaşmıştır. En mühim Hadis kitapları ise şunlardır:
1. el-Muvatta - İmam Mâlik b. Enes (o.179/795)
2. Şahîh-i Buhâri- Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail el-Buhârî (o.256/869)
3. Şahîh-i Müslim- Müslim b. Haccac el-Kuseyrî (o.261/874)
4. Sünen-i Ebî Dâvud- Süleyman b. el-Eş'aş eş-Sicistânî (o.275/888)
5. Sünen-i Tirmizî- Ebû İsa Muhammed b. İsa et-Tirmizî (o.279/892)
6. Sünen-i Neşâî - Ahmed b. Şuayb el-Horasanî (o.303/915)
7. Sünen-i İbn Mâce- Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd b. Abdillah b. Mâce el-Kazvini (o.273/886)
Son dört eser “Sünen-i Erbea” diye isimlendirildiği gibi, Buhârî ve Müslim'in eserlerine “Sahihayn”, zikredilen altı eserin tümüne de “Kutub-i Sitte” adı verilmektedir. Bunlardan sonra hadis sahasında birçok eser meydana getirilmiş ve bu eserler değişik şahıslar tarafından şerh edilmiş ve üzerlerine hasiyeler yazılmıştır. Bir de vaaz ve nasihatlere dâir olan hadisler toplanarak ayrı hadis kitapları telif olunmuştur.
Bu müsnedler ve Kutub-i Sitte, İşlâmiyet’in gelişimini, Müslüman milletlerin dini karakterlerini tahlil ve dini hükümleri tetkik etmek için birer kaynak ve esas teşkil ettiklerinden fevkalâde bir öneme sahiptir. Bu hadis kitapları İşlâm’in dinî, medenî tarihî, ve hatta Müslüman kavimlerin etnografyasını ve eski Arap hayatını ve İşlâm dininin, Tevrat, Talmud, ve İncil vs. ile olan alaka ve irtibatını öğrenmek için de çok faydalıdır. Aynı zamanda İşlâmiyet’in o devirdeki şeklini göstermek için de yegane bir kaynak teşkil eder. Bu eserlerin her birisinin kendine mahsus ayrı tarihçesi vardır. Özellikle, Buhârî ve Müslim’in Şahîhlerini ve Mâlik’in Muvatta’ini incelemek ve tarihlerini öğrenmek İslam Dini bakımından fevkalâde önem taşımaktadır.
Va'z, irşat veya tergib ve terhib amacıyla telif edilmiş hadis kitaplarının İşlâm âleminin ve de Türk dünyasının duraklama ve gerileme (cumûd ve şükût) tarihinde fevkalâde etkisi vardır. Bugün bile vâizlerimizin mevi'zelerinin esasını teşkil eden bu kitapları incelemek, bu duraklama ve gerilemenin iç yüzünü gösterecektir. Bunların her biri ayrı ayrı makaleler ve değişik araştırmalar için müstakil mevzular teşkil etmektedir.

İ. Hadisçilerin Kusurları
Yukarıdaki bölümlerde muhaddişlerin Hadis İlmine olan bakışlarını gayet özet olarak aktarmış bulunuyoruz. Bundan anlaşıldığına göre muhaddişler, Hadis İlimlerine fevkalâde önem vermişlerdir. Bununla beraber bugünkü ilim gözüyle bakıldığı zaman birtakım kusurlar göze çarpmaktadır. Şöyle ki:
1-Hz.Peygamber’in dini ve dünyevi işler konusundaki hadislerini ayırım yapmadan her ikisini şer'i delil kabul ederek, ona göre hüküm ve kaideler koymaları ve bu konudaki hadisleri belirtmeksizin bir arada toplamaları, dini olan ile dünyevi olanın birbirine karışmasına sebep olmuştur.
2-İsnad ve râvileri tenkide tabi tutmadan “tedlis” ve yalancılıkla maruf olmayan herkesin rivayetini kabul etmek hadis ilminde birtakım sarsıntılar meydana getirmiştir.
3-Kuran'da: “Siz insanlar içerisinde hayırlı ümmet oldunuz” ve “Sizi ümmeti vasat eyledik” mealindeki âyetlerden ve ayrıca hadislerden istidlâl ederek sahabenin tamamını adil kabul etmek ve istisnâsiz her sahabînin eser ve rivayetine itimat etmek, birçok yalan hadisin yayılması için bir vesile oluşturmuştur.
4-Hadisin Kur'an'a, fikr-i selim ve akl-ı sahihe uygun oluşu ya da uygun olmayışını göz önünde bulundurmadan, yalnız üstadın Peygambere vusûlu noktasından ele alınması, Hadis İlminin ehemmiyetine gölge düşürmüştür.
5-Dirayet ilmine ehemmiyet verilmediğinden hadisler, aklî ve kıyasî ölçülere göre tetkik edilememiştir.
6-Çerhin ta'dile tekaddumu bir kâide olduğu halde, râvileri bu açıdan tenkit etmemek ve belki de isnadların tenkidine bir bidat nazarıyla bakmak neticesinde, isnadlar ciddi bir surette tenkide tabi tutulmamış ve bunun sonucunda yalan isnadlar yaygınlaşmıştır.
7-Hadisin metninden ziyâde isnad silsilelerine ehemmiyet vermek, metin ve manayı ikinci dereceye itmiştir.
8-Peygamber devrinden takriben iki asırlık bir zaman geçtikten sonra isnadları telif ve tertip etmek ve bu isnadlara göre hadisin sıhhatiyle hüküm vermek birçok istenmeyen sonuçlar doğurmuştur.
9-Ahiret gününe, ahkam ve dini kaideye dâir olmayan mevzuları meselâ, tergib ve tahvif yollu rivayet edilmiş hadislere müsamaha gözüyle bakmak ve bu gibi hususlarda hadis uydurmaya bile cevaz vermek, yalan hadislerin imaline geniş bir saha açmıştır. İşte bu konuyla ilgili bizim hatırımıza gelen noktalar şunlardır:
Dünyevi işlerin, ührevi işler ile karıştırılması, bugünkü Müslüman toplumların hayatında tedavisi zor olan derin yaralar açmıştır. Aileden hatta fertlerden başlayarak İşlâm sosyal hayatını ve siyasi ve medeni yaşantısını gözden geçirdiğiniz takdirde bu izleri açık bir şekilde görürsünüz. İzdivaç, terbiye, hayat tarzı, mesai kanunu, memleket idaresi, nikah-talak alış-veriş, ticaret, iktisat, arazi kullanımı ve dağılımı, Mehdi, Deccâl, fiten günleri, tasavvuf, zuhd ve dünyayı terk etmek gibi, İslam’ın maddî ve manevî hayatında bu ahkamın derin izlerini müşahede edersiniz. Bunların tamamından, ayrı bir medeniyyet ve dünyaya ayrı bir bakış doğduğunu görürsünüz. Hadis kitaplarından herhangi bir kitabı, yahut bir konuyu meselâ, mehir yahut, küçüklerin nikahı, yahut alış veriş, mürabaha, arazi vs. bir bap ve fasıl açarak bu bapda varit olan hadisleri tahlil ediniz. Neticede birbiri ile muhalif ve muarız olan hadis kümesi içinde kalırsınız. Bu hadisleri haklı göstermek için sârıh ve muhassılerin, bazı rivayetleri zayıf saydığı, yahut “nesh”, “tevil” ve “tefsir” ile uğraştıkları ve mezhep imamları arasında birtakım ihtilaflar vaki olduğu görülür.
Yukarıdaki bölümlerde, üçüncü hicri asırda Sahih-i Müslim telif edildiği zamanlarda bile isnadları tenkitin bir bidat kabul edildiğini Sahih-i Müslim'den nakletmiştik. Başlangıçta isnaddan daha çok metne ehemmiyet verildiği halde, sonradan metin âdeta terk olunarak her şeyden ziyâde isnada ehemmiyet verildiği görülmektedir. Mesela, İbn Hacer'in el-İşâbe’sini gözden geçirirsek yarışından fazlasının isnadlarla dolu olduğunu görürüz. İsnadlar tenkit olunduğu halde, rivayet edilen şeylerin hiçbir şekilde tetkik ve tenkide tabi tutulmamaları dikkat çeken bir husustur. İsnadlar tekamül ettikçe birbirinden ayrı iki cereyan görüyoruz ki, biri metin, diğeri de isnad cereyanıdır. Birinci devirde mesela, Ürve, İbn İshak vs.nin eserlerinde hadisin metinlerine önem verildiği halde, zaman geçtikçe isnadın ağırlık kazandığı ve metnin öneminin azaldığı bâriz bir surette göze çarpmaktadır.
Buhârî devrinde -ki Peygamber devrinden itibaren iki asır geçmiştir- tekamül etmiş bu isnadların tamamen doğru olması sorgulanabilir. Hafızaların her ne kadar kuvvetli ve fevkalâde olduğu tasavvur edilse bile, ciltlere sığmayan bu isnad silsilerini harfiyyen ezberlemek ve bunu ağızdan ağza harfiyyen nakletmek meselesi ispatı güç bir iddiadır.
Öte yandan, senedlerde düzenlenmiş isim cetvelleri, ileri gelenlerin isimlerinden oluştuğu takdirde bu isnad ile gelen hadis, “şahîh” ve “mevsûk” olarak kabul edilmiştir. Ashab gibi en muhterem ve büyük muhadislerin, hata yapmayacakları, hadisleri değiştirip bozmayacakları prensip haline getirilmiştir. İsnad, ancak şüpheli râvilerin isimlerini içeriyorsa, o hadis “zayıf” sayılmış ve neticede mevzû hadisler bu şekilde toplanmıştır.
Esasen bu üsûl bir bakıma doğrudur. Her zaman sözü söyleyen insanların, doğru sözlü, aldatmaktan ve yalandan uzak olmalarına ve sözlerinin durumuna bakılır. Fakat bu ölçü yeterli değildir. Bunların sözlerinin diğer ölçülerle de değerlendirilmesi gerekir. Bu ölçülerin biri, sıhhati kesin olan Kur'an, diğeri de sıhhatlerinde şüphe olmayan sahih hadisler, fikr-i selim, akl-ı sahih ve ortak ulvî değerlerdir.
İşte isnadların tetkik ve tenkidinin zayıf nokaları bunlardır. Bundan başka, isnad usûlu tesis edildikten sonra aldatma işlemlerinin isnadlara sirayet ettiği görülmüştür. Mevzu hadislere, “tedlis”e ve değiştirilmiş isnadlara dâir yazılmış olan eserleri gözden geçirirsek bunun hakikat olduğu açığa çıkar. Öyle ki, yalan hadislerin telifiyle iştigal eden müstakil grupların dahi mevcut olduğu görülür.
Muhaddişlerin tesahullerinden biri de, bütün ashabın istisnasız adaletlerini Kuran nassi ile sabit ve icma edilmiş olarak kabul etmeleridir. İşlâm Tarihini karıştırdığımız takdirde ashabın içerisinde yalancıların da doğruların da bulunduğunu anlarız. Demek ki, Ashab hakkında vârit olan âyet ve hadisler ayırımsız bütün ashabın adâletini ıfâde etmez. Biz Hadis metinlerine müracaat ettiğimizde, Ebu Hüreyre ve Ka'b el-Ahbar gibi garib Hadisler rivayet edenlere karşı, Hz. Aişe ve Abdullah b. Abbas devrinden itibaren şüphe ile yaklaşıldığını da görebiliyoruz. İsnad bir yana bırakılırsa bunların Hadis olarak rivayet etmiş oldukları sözlerinin, "Tevrat" ve hatta "Talmud"'un bir kopyası olduğunu ayrı makalelerde göstereceğiz.
Hadis İlmi için en hassas olan ölçülerin biri de "Dirayet-i ilmi Hadis" ve "Telfiku'l-Ehâdış" ilimleridir. Yani her hadisi, mana , mefhum, sebeb-i vurud ve diğer ser'i kaidelere yani Kuran âyetlerine ve sıhhati şüphesiz olan diğer hâdişlere ve bu konudaki genel kaidelere uygun olup olmaması bakımından tahlil ve tenkid etmektir. Hadislerden herhangi birini mesela, Tirmizi vs.nin Sünen kitaplarında Hz. Âişe'den rivayet edilen “Hanım ve kızların velilerinin rızalarından başka akdetmiş oldukları nikahlarının geçersiz olduğuna” dâir olan hadisi ele alarak bu ölçüye göre değerlendirecek olursak, öncelikle bu konuda başka âyet ve hadis varit olup olmadığını araştırmamız gerekecektir. Araştırmamız neticesinde Kuran'da bu konuda sarıh (açık) bir âyet mevcut olmadığına kanaat getirmekle beraber, insanları zorlamanın çâiz olmadığını, şahsi ve toplumsal haklarının korunmuş olduğunu ve icbâr ile hiçbir ser’i hukukun terettub etmediğini bilmemiz gerekmektedir. Hadisleri araştırdığımızda Müslim, Ebû Davud, Neşâi ve İmam Mâlik tarafından, Hanım ve kızların nikahları hususunda vekillerinden daha ziyâde yetkili olduklarına dâir hadisler rivayet ettiklerine şahit olmaktayız.
Birbiriyle çelişen (muarız) bu iki hadisin biri şüphesiz mevzû olmalıdır. Hangisinin mevzu olduğunu tespit edebilmemiz için Kuran'ın ruhuna ve diğer ser'i kaidelere ve ortak yüce değerlere bakalım. Bunun sonucunda kesin olarak birinci hadisin “mevzû” öldüğuna hükmedeceğiz. Dolayısıyla bu gibi hususlarda isnadlar sözkonusu olamaz. Birinci hadisin isnadı en sağlam (mevsûk) hadis ricalinden oluşsa bile, o hadisin uydurma olduğuna hükmederiz. İşte bu ölçüyü herhangi bir hadise tatbik edecek olursak belli bir sonuca ulaşabiliyoruz. Yukarıda da açıkladığımız gibi hadis âlimleri, bu ölçüye ikinci derecede ehemmiyet vermişlerdir.
Ahiret, dini hükümler ve itikata dâir olmayan konularda hadis uydurmaya ve rivayet etmeye cevaz verilmesi, din ve toplum adına işlenmiş en büyük kusur ve affedilmeyecek bir cinayettir. İbadete teşvik etmek, İmam Ebû Hanife fikhina karşı mücadele, haricilere, ehl-i bid'ate, hatta futuhat ve megâzı kitaplarının okunmasına veya Hazreti Ali soyunun hilâfetine vs.’ye karşı mücadele etmek maksadıyla yalan hadisler düzmek ve uydurmak ve bu hususta müsamahada bulunmak en büyük günahlardandır. Bu gibi sebepleren dolayı yalan hadisler yaygınlaşmış ve bunun zararları İşlâm dünyasının her tarafında muşâhede olunmuş ve olunmaktadır. Bunun neticesinde bugün bile ellerde dolaşan hadis kitapları, yalan hadislerle doldurulmuştur. Yalan hakkında bu kadar âyet-i kerime ve “mütevâtır hadisler” mevcut olduğu halde, en ünlü İşlâm âlimlerinin bile bu işe müsamaha gözüyle bakmaları hayret edilecek bir durumdur.
İşte hadis hakkında bu gibi müsamahalar görüldüğünden yirminci asrın başlarından itibaren İşlâm Dünyası'nın münevverleri arasında hadis aleyhinde bir cereyan ortaya çıkmıştır. Filozof Doktor ve aynı zamanda dini ilimler mütehassısı olan Mısır'li Muhammed Tevfik, Mısır'da yayımlanan el-Menâr Dergisinin 1950 senesinin çeşitli nüshalarında “Sahih Akla Göre Din” başlığı altında kaleme aldığı bir dizi makalesinde “Kesin Delil Akıl” ve “Kuran ve Mütevatır Sünnet” den ibâret olmasını müdafaa etmiştir. Bu tenkitlerimizden bizim de hadis aleyhtarı olduğumuz anlaşılmasın. Biz hadisin, İşlâmiyet’i eski şeklinde öğrenmek, İşlâm Medeniyetini, İslam Tarihini, Kuran-ı Kerimi, İşlâmiyet’in yayılmasını o devirlerdeki Müslüman toplumların fikri, hatta sosyal ve siyasi gelişimini incelemek için gerekli olan fevkalâde önemini kavrayanlardanız. Bununla beraber bizim hadise olan bu bakışımız, hadisçilerin bu konudaki kusurlarını eleştirmemize engel değildir.
Çerh ve Ta'dil konusundaki tesahullerde pek büyüktür. Bir râviyi çerh etmek, yalnız onun şahsını tenkit etmekten ibaret değildir. Her şeyden ziyâde onun rivayet etmiş olduğu hadislerin durumu ve bu rivayetlerinde yalnız kalışları (teferrud) ve hadislerinde görülen garabetler ve diğer hadislerin ruhundan uzaklaşmalar ve bu baptaki sapmalar vs. hepsi çerhin birer sebebini teşkil ederler. Bir hadis kitabını mesela, Sahih-i Buhârî’yi rivayetler ve isnadlar açısından inceleyecek olursak her şeyden önce Buhârî'nin kaç yüz Sahabîden hadis rivayet ettiğini ve her Şahâbî vasıtasıyla rivayet edilmiş hadislerin sayısını bilmek ve sahabiden rivayet edilen hadislerin içeriğini toplayarak ondan bir sonuç çıkarmak ve onun rivayeti hakkında varsa tenkitleri bir araya toplamak gerekmektedir.
Bir fikir vermesi ve örnek olması bakımından Buhârî'de hadisleri yer alan Sahabîler ve hadis sayılarını bir cetvel halinde makalenin sonuna ilâve ediyoruz. Bu listede görüleceği gibi, Hz. Peygamber’den en çok hadis rivayet eden zat Ebû Hüreyre ed-Devsi (o.58/677) olup, Buharı'de 446 hadisi yer almaktadır.
Aişe bnt Ebi Bekr'in (o.58/677) 242, Abdullah b. Ömer el-Hattab'ın (o.73/692) 270, Abdullah b. Abbas'ın (o.68/687) 217 hadisi mevcuttur. Genellikle en az hadis rivayet edenler, Ömer b. Hattab (o.23/643), Ebu Bekr (o.13/634) ve ashabın ileri gelenleridir (Şimdi yukarıda önerdiğimiz ölçüler ışığında en çok hadis rivayet eden Ebû Hüreyre’yi ele alalım).

J. Ebû Hüreyre ve Hadisçiliği
Tahlilimize Buhâri'de en çok hadisi olan Ebû Hüreyre'den (o.58/677) başlayacak olursak öncelikle onun şahsi hakkındaki tenkit mâhiyetinde olan sözleri bir araya toplamamız icap eder. Bundan başka onun rivayet etmiş olduğu hadislerini cem ederek onlardan bir netice çıkarmak ve Tevrat'ın en ince noktalarına vuküfunda şüphemiz olmayan bu zatın rivayet ettiği hadislerin Tevrat'la örtüştüğünü göstermemiz lâzimdir. Fakat uzun uzadıya tahlil ve tetkiklere muhtaç olan bu yorucu işi, sabahtan akşama kadar resmi dâirede istığâlimiz sebebiyle şimdilik ıfâsından aciz bir haldeyiz. Vaktimiz müsaade ederse bu enteresan mevzu ile uğraşacağız. Ebû Hüreyre’nin hadislerinin Tevrat'la müşterek olan noktalarını harfiyen göstereceğiz.
Ehl-i Hadisin hayatlarını yazan müellifler, Ebû Hüreyre'nin nesil ve nesebine tercüme-i hâline en ince ayrıntılarına kadar değinmişlerdir. Biz bunları nakledecek olur isek, Ebû Hüreyre hakkında ayrı bir risale yazmak zorunda kalırız. Bu yüzden burada onun tercüme-i hâlinden kaçınarak yalnız konumuzla ilgili olan kısmına değineceğiz.
Ebû Hüreyre'nin Medine-i Münevver'ye gelişi, Hayberin fethi senesinde yani Hicretin yedinci senesinde Muharrem ayında vaki olmuştur. Bundan anlaşıldığına göre Ebû Hüreyre'nin Peygamberimizin meclisine devamı üç sene kadardır. Bununla beraber Peygamberden en çok hadis rivayet edenlerdendir. Ebû Hüreyre'nin hadisinin çok oluşuna bir delil olmak üzere Baki b. Mahled'in Müsnedinde Ebû Hüreyre vasıtasıyla beş bin üç yüz hadis rivayet edildiğini zikretmemiz yeterlidir. Resulullah'ın (a.ş.) vefatına müteakip Ebû Hüreyre’nin, çoğu Arap olmayan, bilhassa İranlı'lar olmak üzere kendinden hadis rivayet eden sekiz yüz civarında talebesi olmuştur. Ebu Hüreyre'nin çok hadis rivayet etmesine şüphe gözüyle bakanlara karşı onun cevabını kendi lisânından dinlemeliyiz. Ebû Hüreyre şöyle demektedir:
“Abdullah b. Amr'dan (o.65/684) başka, Hz. Peygamberden, benden ziyâde hadis rivayet eden yoktur. Abdullah b. Amr'ın daha çok rivayet etmesi, onun hadisleri yazmasından ve benim ise yazı ile tespit etmememden ileri geliyordu” .
Ebû Hüreyre anılan tarihte Medine'ye hicret etmekle İşlâmiyet’i kabul ettikten sonra fukaradan ibaret olan Ashab-ı Suffe bölümünde yaşamıştır. Ebû Hüreyre kendi durumunu anlatırken şunları söylemektedir:
“Ben Peygamberin minberiyle Aişe'nin hücresi arasında yaşıyorken şara hastalığına müptela idim. İnsanlar bana mecnun diyorlardı. Halbuki bende delilik eseri mevcut değildi”.
Ebû Hüreyre kendisinin bu kadar çok hadis rivayet etmesini, Peygamberin hayır duası bereketiyle olduğuna bağlamaktadır:
“Peygamber'e, ‘Senden birçok hadis ısıtıyorum fakat unutuyorum’ dedim. Hz. Peygamber de: ‘Ridanı aç!’ buyurdular. Ben de açtım. Peygamber: ‘Göğsüne baş’ dedi. Ben de onun dediği gibi yaptım ve bundan sonra hiçbir hadisi unutmadım”.
Ebû Hüreyre'nin Tevrat'a olan vukûfiyetini, Abdullah b. Râfî'nin Ebû Hüreyre'nin yine kendinden olan rivayeti vasıtasıyla biliyoruz. Ebû Hüreyre, Ka'b'la karşılaşıp konuştuğu zaman o, “Ebu Hüreyre'den başka, okumadan Tevrat'ı pek güzel derecede bilen hiçbir kimseye tesadüf etmedim” demiştir. el-A’mes, Ebû Sâlih vasıtasıyla Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet ediyor: “Bir kimse sabah namazının iki rekatını kıldıktan sonra sağ tarafına yaslanıp…” dediğinde Mervan: “Öyle yaslanmadan mescide yayan olarak gitmek kâfi değil midir?” şeklinde itiraz etmiş ve bu konuşma İbn Ömer'e rivayet edildiği zaman o: “Ebu Hüreyre çok söz söylüyor” diyerek itiraz mahiyetinde fikrini beyan etmiştir. Mervan da gazap ederek: “Adamlar Ebû Hüreyre'ye Peygamberin vefatından az bir zaman önce Medine'ye geldiği halde çok Hadis rivayet ediyor diyorlar” anlamında ifadede bulunmuştur.
İbn Ebî HaysemeYine Ebû Hüreyre kendisi şöyle demektedir: “Ben Resulullah'tan iki çeşit Hadis ezberledim. Birini insanlar arasında nesr (rivayet) ettim. Diğerini rivayet edersem boğazım kesilecektir”. Ebu Hüreyre'ye itiraz sadedinde: “Sen birçok hadis rivayet ediyorsun” denildiği zaman: “Ben işittiklerimi (tamamen) rivayet eder isem beni kamçılarsınız!” demiştir.
Nafi’den (o.117/735) rivayet edildiğine göre, Abdullah b. Ömer de Ebû Hüreyre'nin, “Bir kimse cenâze arkasından gidip de cenaze namazını eda ederse bir kırat miktarı sevaba nâil olur” hadisi naklolunduğunda, “Ebû Hüreyre çok konuşuyor” demiştir. Ebû Hüreyre, Hz. Âişe, Abdullah b. Abbas vs tarafından bu gibi itirazlara maruz kaldığında kendini müdafaa ederek, “İlmi ketmedenler (gizleyenler) hakkında Kuran'da iki âyet-i kerime mevcut olmasaydı, hiçbir hadis rivayet etmezdim. Muhacir kardeşlerimiz pazarlarda ticâret ile meşgul oldukları sıralarda, Ebû Hüreyre (kendisini kastediyor) karnı aç olduğu halde Resulullah'ın yanından ayrılmıyordu” demiştir.
Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, Hz. Ömer’in hilafeti zamanından itibâren Ebû Hüreyre tarafından birçok hadis rivayet olunması bir takım itirazlara, şüphe ve tereddütlerin doğmasına yol açmıştır.
Ebû Hüreyre hakkında İslam kaynaklarından birçok malumat toplamak mümkündür. Biz bu makalede bu hususta tafsılatta bulunmayacağız. Ancak Avrupa bilginlerinden hadis ilimleriyle ilgilenen ve bu sahada çok güzel eserler meydana getiren meşhurların, Ebû Hüreyre'ye bakışlarının olumsuz ve gâyet tenkit dolu olduğuna işaretle yetineceğiz. Meselâ, en büyük muhaddişlerden olan muhterem Goldziher, Sprenger, De Goeje , Dozy, Baron ve Kremer ve bunları taklit eden Rus ulemasından Krackowsky ve günümüzde Krymiskiy vs.nin isimlerini zikredebiliriz.
Goldziher ve Sprenger, Ebû Hüreyre hakkında İşlâm kaynaklarında mevcut olan bütün haberleri ve onun tarafından rivayet edilmiş hadislerin hülasasını toplamışlar ve kendi bakış açılarına göre sonuçlar çıkarmışlardır. Bunların fikrine göre Ebû Hüreyre'nin rivayeti kesinlikle makbul değildir.
Hadis tarihini öğrenmek için en güvenilir, en mühim İslam kaynaklarını ve Avrupa’da yazılan eserleri zikrederek bu makâlemizi sona erdireceğiz.

K. Konuyla İlgili Kaynaklar
Konuyla ilgili eserler Meşhur İslam eserleri ve Batıda yapılan hadis çalışmaları şeklinde iki başlık altında incelenebilir.

1. Meşhur İşlâm Eserleri
Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim'in baş tarafları ve bilhassa Buhârî'nin Kitabu'l-İlim kısmı ve Müslim'in Mukaddime tarzında yazmış olduğu fasılları, mesela, hadis râvilerin kusurlarını anlatan “Babu'l-keşfi en meâyib ruvatı'l-hadis" kısmı, yine “Hıfzı'l-ilim” ve zayıf ve yalancı râvilerden rivayeti yasaklayan “Babu’n-nehyi ani’r-rivayeti ani’d-duafa ve’l-kezzâbîn” kısımları, ve yine “el-İsnad mined-din”, “Hıfzıl-ilim” vs. babları sayılabilir.
Diğer taraftan Sünen-i Erbea'dan en faydalısı, Tirmizi'nin Sünenidir. İbn Hanbel’in Müsnedi, İbn Hacer'in el-İşâbe'si, Taberi Tarihi, Uşdü’l-Gâbe, Vâkidi, Ezrakî, İbnu’l-Kayyim, İbnu’n-Neccâr, Zehebî, Suyûtî, İbnu’l-Eşîr’in el-Kâmil'i, el-Eganı, Fâkihî, Ebu'l-Fidâ, Belâzûrî, Beyhakî, Kâtip Çelebi, İbnu Halıkân vs.nin eserleridir.

2. Batıda Yapılan Hadis Çalışmaları
Goldziher'in Hadis Tarihi'nin II, 1-274 kısmının özetle güzel bir Rusça tercümesi Simit tarafından yapılmıştır.
Rus Akademisi'nin Şark Şubesi Mecmuasının 1893-1894 nüshalarından Simit’in Mîri İşlâm (İşlâm Âlemi) Mecmuası'nın 1912.senesinin nüshalarında yer alan makaleleri.
Baron Rosen’in (برون روزه) Rus Akademisi Mecmuasının 1893-1894 nüshasının XİX. ciltte yer alan makaleleri.
Krackowsky’nin (قراجقاوسكي) İşlâmiyet adıyla Goldziher'in eserinden yaptığı tercümesi.
Krymiskiy'in (قريمسكي) İşlâmiyet Tarihi içerisinde Sünnet Tarihi ve Brockhaus Ansiklopedisinde yer alan Sünnet Tarihi ve "Ürve’den İbn İshak’a kadar" isimli makâleşi.
Dozy, eserinin "Müslüman Rivayetlerinin Sıhhat Derecesi" kısmının tercümesi.
Rusça İşlâmiyet ve Arap Edebiyatı tarihine dâir yazılmış çeşitli eserlerde Hadis İlmine tahsis edilmiş ayrı bölümlerde bu konuda bilgiler mevcuttur.
Avrupa Lisanlarında yazılmış önemli eserler ise şunlardır:
Goldziher: Muhammedanische Studien (III-İ-420).
Sprenger: Ueber das Traductions vesen beiden Araben.
Salisbury : On the science of Müslim Tradition.
Dozy: Essai sür l’histoire de l’İslam (Paris,1879).
Nofel (نوفل ): Legislatoin musulmane.
Brockelmann: Geschichte der arabischen Litteratur Supplementbant (GAL Suppl.), İ-456-468.
Wustenfeld (ووستنغلد): Liber claşsıum virörüm qui Çoranı traditionum çoğnition excelluerund auctore Dahaçlio (1833-34).
Kremer : Culturgeshichte des orients ünter den Chalifen (Vien,1875) İ-İX 474-504).
D. Onârî ( ديقني اوناري) : T.İ. P. Hughes of Islam (s. 639-640).

L. Sahih-i Buhârî’de Hadisleri Bulunan Sahabîler ve Hadis Sayıları
Şahîh-i Buhârî’de yer alan hadislerin hangi sahabîden rivayet edildiği ve bu sahabîlerden her birinin (tekrarsız) kaç hadisi bulunduğu aşağıdaki listede gösterilmiştir.

1. Erkek Sahabîler
Sıra no Şahâbî Adı Hadis Sayısı
1. Ubey b. Ka’b (Seyyidu’l-Kurra) 7
2. Usâme b. Zeyd b. Hârise 16
3. Useyd b. Hüdayr el-Ensârî 1
4. el-Eş’aş b. Kays el-Kindî 1
5. Enes b. Mâlik el-Ensârî 268
6. Ehbân b. Evs el-Eşlemî 1
7. el-Berâ b. Âzib el-Ensârî 38
8. Bureyde b. el-Huşayb el-Eşlemî 3
9. Bilâl b. Rebâh el-Müezzin el-Habesî 3
10. Sâbit b. Dahhâk el-Ensârî 2
11. Sâbit b. Kays b. Semmâs el-Ensârî 1
12. Câbir b. Şemure b. Çünâde el-Ensârî 2
13. Câbir b. Abdillah b. Amr el-Ensârî 90
14. Cubeyr b. Mut’im en-Nevfelî 9
15. Çerîr b. Abdillah el-Becelî 10
16. Cundub b. Abdillah el-Kusarî 8
17. Hârise b. Vehb el-Huzâi 4
18. Hüzeyfe b. el-Yemân el-Absî 22
19. Hazn b. Ebî Vehb el-Mahzûmî 2
20. Hassân b. Sâbit el-Ensârî (Sâir) 1
21. Hakîm . Hızâm b. Hüveylid el-Esedî 4
22. Hâlid b. Zeyd b. Eyyûb el-Ensârî 7
23. Hâlid b. Velîd el-Mahdûmî 2
24. Habbâb b. el-Evs el-Huzâî 5
25. Hufâf b. Îmâ’ el-Gifarî
26. Râfî b. Hadîc Râfi’ el-Ensârî 6
27. Râfi’ Mâlik el-Ensârî 1
28. Rifâa b. Râfi’ b. Mâlik 3
29. Zeyd b. Erkam el-Ensârî 6
30. ez-Zubeyr b. el-Evvâm 9
31. Zeyd b. Sâbit el- Ensarî 8
32. Zeyd b. Hâlid el-Cühenî 5
33. Zeyd b. el-Hattab el-Adevî 1
34. Zeyd b. Sehl Ebû Talha el-Ensarî 3
35. eş-Sâid b. Yezîd el-Kindî 6
36. Sürâka b. Mâlik el-Cu’sum 1
37. Sa’d b. Ebî Vakkâs ez-Zuhrî 20
38. Sa’d b. Mâlik Ebû Saîd el-Hudrî 66
39. Saîd b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl el-Adevî 2
40. Sufyân b. Ebî Züheyr el-Ezdî 2
41. Selmân b. Âmir ed-Dabbî 1
42. Selmân el-Fârisî 4
43. Seleme b. el-Ekva’ eş-Sülemî 2
44. Seleme el-Cürmî (Vâlidu Amr) 1
45. Süleymân b. Sard el-Huzâî 1
46. Şemure b. Çünâde eş-Suvâî 1
47. Şemure b. Cundub el-Fezârî 1
48. Ebû Cemîle eş-Sülemî 1
49. Sehl b. Ebî Haşme el-Ensârî 3
50. Sehl b. Hüneyf el-Ensârî 4
51. Sehl b. Sa’d eş-Sâid 41
52. Süveyd b. en-Numân el-Ensârî 1
53. Seddâd b. Evs b. Sâbit el-Ensârî 1
54. Şeybe b. Osmân b. Ebî Talha eş-Sayderî 1
55. Sahr b. Harb Ebû Sufyân el-Emevî 2
56. Sudey b. Açlân Ebû Umâme el-Bâhilî 3
57. eş-Sa’b b. Cessâme el-Leysî 3
58. Talha b. Ubeydillah et-Teymî 4
59. Zâhîr b. Râfi’ el-Ensârî 17
60. Âmir b. Rebîa 2
61. Âid b. Amr el-Müzenî 1
62. Ubâde b. eş-Sâmit el-Ensârî 9
63. el-Abbâs b. Abdilmuttalıb b. Hâsim 5
64. Abdullah b. Ebî Evfâ 5
65. Abdullah b. Bisr el-Mâzinî 1
66. Abdullah b. Sa’lebe 1
67. Abdullah b. Ca’fer b. Ebî Tâlib 2
68. Abdullah b. Revâha 1
69. Abdullah b. Zubeyr b. el-Avvâm el-Esedî 20
70. Abdullah b. Zem’a b. el-Esved el-Esedî 1
71. Abdullah b. Zubeyr b. Âsim el-Mâzinî 9
72. Abdullah b. Selâm 2
73. Abdullah b. Abbâs b. Abdilmuttalıb 217
74. Abdullah b. Osmân Ebû Bekr eş-Sıddîk 2
75. Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb el-Adevî 270
76. Abdullah b. Amr b. el-Âs 26
77. Abdullah b. Kays Ebû Mûsa el-Eş’arî 57
78. Abdullah b. Mâlik el-Ezdî 4
79. Abdullah b. Mesud b. Gafil el-Hüzelî 85
80. Abdullah b. Mügaffel el-Müzenî 8
81. Abdullah b. Hisâm b. Zühre et-Teymî 3
82. Abdullah b. Yezîd el-Hatmî 2
83. Abdurrahman b. Ebzî el-Huzâî 1
84. Abdurrahman b. Ebî Bekr eş-Sıddîk 3
85. Ebû Îsâ b. Cebr el-Ensârî (Abdurrahman) 1
Abdurrahman b. Şemure b. Habîb el-Abşemî 1
Abdurrahman b. Avf b. Abdi Avf 9
Osmân b. Mâlik el-Ensârî 1
Osmân b. Affân b. Ebi’l-Âs el-Emevî 9
Adıy b. Hâtim et-Tâî 7
Ürve b. Ebi’l-Ca’d el-Bârikî 2
Ukbe b. el-Hâris b. Âmir b. Nevfel 3
Ukbe b. Âmir b. el-Cühenî 9
Ukbe b. Amr Ebî Mesud el-Ensârî 11
Ali b. Ebî Tâlib b. Abdilmuttalıb el-Hâsimî 29
Ammâr b. Yâsır el-Absî 4
Ömer b. el-Hattâb b. Nüfeyl el-Adevî 60
Ömer b. Ebî Mesleme b. Abdilesed el-Mahzûmî 2
Ömer b. Umeyye ed-Damrî 2
Amr b.Taglıb 2
Amr b. el-Hâris el-Mustalıkî 1
Amr b. el-Âs es-Şehmî 3
Amr b. Avf el-Ensârî 1
İmrân b. Huşayn b. el-Huzâî 12
Avf b. Mâlik el-Escaî 1
Üveymir Ebu’d-Derdâ el-Ensârî 4
el-Alâ b. el-Hadramî 1
el-Fadl b. el-Abbâs b. Abdilmuttalıb 3
Katâde b. Numân el-Ensârî 1
Kays b. Sa’d b. Ubâde el-Hazreçî 2
Ka’b b. Ücre el-Belvî (Halîfu’l-Ensâr) 2
Ka’b b .Mâlik el-Ensâri 4
Mâlik b. Hüveyris el-Leysî 4
Mâlik b. Rebi’ Ebû Useyd eş-Sâidî 4
Mâlik b. Sa’saa el-Ensârî 1
Mahmûd b. Rebi’ el-Ensârî 1
Mirdâs b. Mâlik el-Eşlem 1
Mervân b. el-Hakem el-Emevî 2
el-Misver b. Mahrame b. Nevfel ez-Zuhrî 8
el-Müseyyeb b. Hazn (Vâlidu Saîd el-Mahzûmî 3
Müâz b. Cebel el-Ensârî 6
Müâviye b. Ebî Sufyân el-Emevî 8
Ma’kıl b. Yesâr el-Müzeni 2
Ma’n b. Yezîd eş-Sülemî 1
Muaykıb ed-Devsî 1
el-Muğîre b. Şu’be eş-Sakafî 11
el-Mikdâd b. el-Esved el-Kindî 1
el-Mikdam b. Ma’dikerb el-Kindî 2
Nadle b. Ubeyd Ebû Berze el-Eşlemî 4
en-Numân b. Beşîr b. Sa’d el-Ensârî 6
en-Numân b. Mukarrin el-Müzenî 1
Nüfey’ b. el-Hâris Ebû Bekre eş-Sakafî 14
Nevfel b. Müâviye ed-Deylî 1
Hâni’ Ebû Berde b. Niyâz el-Ensârî 1
Vâşile b. el-Eska’ el-Leysî 1
Vahşî b. Harb el-Habesî 1
Vehb b. Abdillah Ebû Çuhayfe eş-Suvâî 7
Ya’lâ b. Umeyye et-Teymî 3
Mücâsi’ b. Mesud eş-Sülemî 1
Mühâlid 1
Muhammed b. Seleme el-Ensâri 1

İsimleri meçhul ya da ihtilaflı olanlar
142. Ebû Beşîr el-Ensâri 1
143. Ebû Sa’lebe el-Husenî 3
144. Ebû Cehm b. el-Hâris b. eş-Samt el-Ensârî 1
145 Ebû Humeyd eş-Sâidî 4
146. Ebû Zerr el-Gifârî 14
147. Ebû Râfi’ Mevlâ Resûlillah 1
148. Ebû Saîd el-Muallâ el-Ensârî 1
149. Ebû Süreyh el-Huzâî 3
150. Ebû Katâde el-Ensarî 13
151. Ebû Lübâbe el-Ensârî 1
152. Ebû Hüreyre ed-Devsî 446
153. Ebû Vâkid el-Leysî 1

2. Hanım Sahabîler
154. Esmâ bnt Ebî Bekr 16
155. Esmâ bnt Umeys 1
156. Umeyye bnt Hâlid b. Saîd b. el-Âs 2
157. Hafsa bnt Ömer b. el-Hattâb 5
158 Hunsâ bnt Hızâm 1
159. Hüveylid bnt Kays el-Ensâriyye 1
160. er-Rubeyyi bnt Muavvız el-Ensâriyye 3
161. Remle bnt Ebî Sufyân 2
162. Zeyneb bnt Cahs 2
163. Zeyneb bnt Ebî Seleme b. Abdi’l-Esed 2
164. Zeyneb eş-Sakafiyye 1
165. Şubey’a bnt el-Hâris el-Eşlemiyye 1
166. Sevde bnt Râbia el-Âmiriyye 1
167. Safiyye bnt Hüyey 1
168. Safiyye bnt Şeybe 1
169. Âişe bnt Ebî Bekr 242
170. Ümmühâni bnt Ebî Tâlib el-Hâsimiyye 2
171. Fâtima bnt Kays el-Fehriyye 1
172. Fâtima ez-Zehrâ 1
173. Lübâbe Ummu’l-Fadl 2
174. Meymûne bnt el-Hâris el-Hilâliyye 7
175. Nuseybe Ummu’l-Mu’tiye el-Ensâriyye 5
176. Hind bnt Ebî Umeyye 16
177. Ummu Harâm bnt Milhân 2
178. Ummu Rûmân 2
179. Ummu Süleym el-Ensâriyye 2
180. Ummu Süreyk el-Âmiriyye 1
181. Ummu’l-Alâ’ el-Ensâriyye 1
182. Ummu Kays bnt Mihsan el-Esediyye 2
183. Ummu Gülsüm bnt Afiyye b. Ebî Muayt 1
184. Bnt Hufâf b. el-Îmâ’ 1

Bu listeden de anlaşıldığına göre tekrarları çıkarıldıktan sonra Buhârî’de senedleri Hz. Peygamber’e ulaşan hadislerin tamamı 2602’dir. Diğer Merfü hadisler ise 159 ‘dur. Her iki rakamı topladığımızda 2761 hadis etmektedir. İbnu’s-Salâh (o.643/1245) gibi eserlerinde Sahih-i Buharî’de bulunan hadislerin sayısı hakkında (görüş beyan edenlerden gelen farklı) rivayetler, bir yerde uzunca diğer yerde muhtasar olarak verilen aynı hadisleri ayrı ayrı hadis gibi saymaktan ileri gelmektedir.

Zâkır Kâdirî ANKARA