Fazlur Rahman Ve Yaşayan Sünnet Kavramı


ÖZET
Hadis, Sünnet malzemesini, Sünnet ise bu malzemeden tefekkür yoluyla çıkarılan çözüm yollarını ifade etmektedir. Bu anlamda Sünnet, hadis malzemesinden akıl yoluyla pratik normlar çıkarılmasıdır. Hem yaşayan (fiilî) Sünnet, hem de sayıca çok az olan rivayet (hadis) vasıtasıyla Hz. Peygamber’den nakledilen hususların şahsî yorumlarından üçüncü bir Sünnet anlamı ortaya çıktı ki, bu da Sünnetin içerik bakımından anlamıdır.

 

GİRİŞ
Hadis literatüründe “Sünnet”, “Hadis”, “Rasûlullah’ın Sünneti”, “Nebevî Sünnet”, “Sahabenin Sünneti”, “Kavlî Sünnet” “Fiilî Sünnet”, “Takrirî Sünnet” gibi kavramlar bulunmasına karşın, “Nebevî Sünnet” ve “Yaşayan Sünnet” şeklinde bir ayırıma rastlanmamaktadır. Ne var ki, müsteşrikler arasında ilk olarak Schacht’ın (o.1969) bu ayırımı ihsaş ettiren “Yaşayan Gelenek” (living tradition) tabirini kullandığı görülmektedir. Müslüman ilim adamları arasında ise Fazlur Rahman (o.1988), klasik tasnifin aksine, bu gruplandırmaya benzer bir şekilde “Nebevî Sünnet” ve “Yaşayan Sünnet” (living sunna) kavramlarını gündeme getirmiştir.
Sünnet, kelime olarak ister övülmüş isterse yerilmiş olsun takip edilen yol anlamındadır. Muhaddişlerin istilahında, “Hz. Peygamber’den söz, fiil, takrir, yaratılışa ve ahlaka dair sıfatlar olarak şudur etmiş davranıştır.” Fıkıhçılara göre, “Farz ve vâçib dışında Hz. Peygamber’den şudur etmiş dinî hususlarda uyulması gereken her şeydir.” Usulcülerin tanımına göre ise, “Hz. Peygamber’in Kur’an dışındaki şer’î bir hükme delil teşkil eden söz, fiil ve takrirleridir.” Daha genel anlamda tarif edilecek olursa Sünnet: Allah Rasûlu’nun, ümmetine örnek olmak üzere ortaya koyduğu uygulama, dini doğru anlama ve yaşamada örnek alınacak davranışlar bütünüdür.
Fazlur Rahman ise, kelime olarak Sünneti “çiğnenmiş yol”, istilahta ise, “sözlü rivayetlerin giderek tatbikata doğru değişen bir süreci sonucu ortaya çıkan ve daha çok takriri veya yaşayan gelenek seklinde tezahür eden uygulama” olarak tanımlamaktadır. O, Sünneti sürekli olarak yeni unsurları özümseyen bir nehir yatağına benzetmektedir. Onun bu tanımı Schacht’ın tanımına çok benzemektedir. Schacht’a göre Sünnet: eski fıkıh ekollerinin anladığı “Yaşayan Gelenek” (living tradition) demektir. Bu yaşayan Sünnet ise, “gelenek” veya üzerinde ittifak edilen amel (amel, el-emru’l-müctema aleyh) demektir. Bu kavramın Peygamber’in hayat tarzı ile hiç alâkaşı yoktur.
Öte yandan Fazlur Rahman, Sünneti ikiye ayırmaktadır: birincisi “Mutlak Sünnet” ya da “Nebevî Sünnet”, ikincisi, “Yaşayan Sünnet”tir. “Nebevî Sünnet” bizzat Peygamberimizin davranışlarıdır. Bir başka değerlendirmesinde de Sünneti, “İdeal Sünnet” ve “Yaşayan Sünnet” şeklinde ikiye ayırmıştır. İdeal Sünnet, bizzat Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarının kendisi, Yaşayan Sünnet ise, İşlâm toplumunun İdeal Sünnet çerçevesinde uygulama alanına çıkardığı Sünnettir.

1. Nebevî Sünnet
Fazlur Rahman Nebevî Sünnet’i, özel bir muhtevâ ile dolu olmayan genel bir şemsiye kavram olarak görmektedir. Ona göre belirli bir konuda Peygamber’in özel bir davranışı sözkonusu olmasa bile, yine de o konuyla ilgili Peygamber Sünneti’nden bahsetmek mümkündür. Nebevî Sünnet, İşlâm toplumunun karşılaştığı yeni faktörleri ve etkileri karşılamak için cemaatin “Yaşayan Sünnet”i doğrultusunda yaratıcı bir biçimde ele alınıp yorumlandığı zaman, cemaatin ilk dönemi ile ilgili tarihinde bizler için güçlü yol gösterici ilkeler mevcuttur.
Fazlur Rahman, Margoliout (o.1940), Lammens (o.1937) ve Schacht gibi müsteşriklerin, Peygamber’in Sünneti kavramının daha sonraki Müslümanlar tarafından ortaya atıldığı iddialarının aksine, Nebevî Sünnetin daha ilk dönemden itibaren yerini aldığını savunmakta ve şunları söylemektedir:
“Peygamber’in Sünneti” daha başlangıçtan beri geçerli ve etkili olan bir kavramdı ve sonraları da öyle kalmıştı. Hz. Peygamber tarafından bırakılan Sünnet’in muhtevası sayı olarak çok zengin değildi ve kesin olarak özel bir anlam ifade etmiyordu. Sünnet kavramı, Hz. Peygamber’in döneminden sonra, sadece bizzat Peygamber’in Sünnet’ini değil, aynı zamanda Nebevî Sünnetin yorumlarını da içeriyordu. Bu son anlamıyla Sünnet, esas itibariyle sürekli bir gelişme süreci olan Ümmet’in İçmâ’sinin bir uzantısı olup onu da içermektedir. Geniş kapsamlı hadis hareketinden sonra, Sünnet, İçtihad ve İçmâ arasındaki organik bağlar yok olmuştur. Bir kere, bir çok haber vardır ki, bunlar Nebevî Sünnet’in içeriğinin tarihi olduğunu ortaya koymaktadır. Meselâ namaz, zekat, oruç, hacc vb. ibadetler, detaylı şekildeki uygulamalarıyla öylesine nebevîdirler ki, bu gerçeğe sadece dürüst olmayan, ya da deli biri inkar edebilir.
Diğer taraftan Fazlur Rahman, Hz. Peygamber’in adeta bir teyp gibi görülmesini de tamamen anlamsız kabul etmektedir. Ona göre, Ebû Yusuf’un Kitâbu’l-Haraç’ında Hz. Ömer’in “Hz. Peygamber’in Sünneti”nin öğretilmesi için emir verdiğini bildirmesi de, Nebevî Sünnet’in yaptırım gücünü anlatmaktadır

2. Yaşayan Sünnet
Fazlur Rahman’a göre, hadis, Sünnet malzemesini, Sünnet ise bu malzemeden tefekkür yoluyla çıkarılan çözüm yollarını ifade etmektedir. Bu anlamda Sünnet, hadis malzemesinden akıl yoluyla pratik normlar çıkarılmasıdır. Hem yaşayan (fiilî) Sünnet, hem de sayıca çok az olan rivayet (hadis) vasıtasıyla Hz. Peygamber’den nakledilen hususların şahsî yorumlarından üçüncü bir Sünnet anlamı ortaya çıktı ki, bu da Sünnetin içerik bakımından anlamıdır. Aşağıdaki örnekler bunu kanıtlamaktadır:
Abdurrahman b. Mehdî’nin (o. 198/813) şöyle dediği rivayet olunmuştur: Sufyan Sevrî Sünnet konusunda değil, fakat hadis konusunda bir otorite (imam) idi; Evzaî (o.157/774) için ise aksi sözkonusu idi. İmam Malik (o.179/795) işe bu iki özelliği şahsında mükemmel bir biçimde bir araya getirmiştir. Ebû Dâvûd (o. 275/888) “Bu hadiste beş Sünnet bulunmaktadır. Yani amelî kurallar niteliğindeki beş husus bu hadisten çıkarılabilir demektedir.
İmam Mâlik’in, “Bu aynı zamanda bizde olan Sünnettir”, “Fakat bizde olan Sünnet şudur” ya da sıkça bizim uygulamamız (emr veya amel) şudur.” ya da “üzerinde görüş birliğine vardığımız uygulama (emru’l-müctema aleyh) şudur.” Bazan, “yerleşmiş olan Sünnet budur (kad medat eş-Sünnetu) sözlerinden Fazlur Rahman, o sıradaki (Medine’deki) uygulamaların Sünnet kapsamında değerlendirildiğini anlamaktadır.
Fazlur Rahman’a göre, hadis ilimlerinin altın çağı olarak nitelendirilen dönemdeki faaliyetlerin (hadis hareketlerinin) ortadan kaldırmayı hedeflediği Sünnet bu ikinci kısımdır. Hadis hareketinin birçok zararları olmuştur. İlk önce içtihad hareketlerini baltalayarak İslam düşüncesini donuklaştırmıştır. Zira muhaddişler, hadisi mutlak anlamda kullanıyor ve yorum yapmıyorlardı. Halbuki insan davranışları benzerlik arzetse bile, hiç bir zaman aynı olamazlar.
Ebû Hanife ve İmam Mâlik’in sünnet anlayışlarını kendisine daha yakın bulduğu anlaşılan Fazlürrahman, Safiî’nin içtihad ılkesi yerine hadisi monte etmesini, yeni yorumlara mani olması sebebiyle eleştirmekte ve bu konuda şunları söylemektedir:
Hadisi, yaşayan Sünnetin yerine, içtihad ılkesi olarak yerleştiren Safiî’dir (o.205/820) Genel olarak söylemek gerekirse büyük ölçüde içtihada dayanan eski hukuk ekollerinin “yaşayan geleneği” (living tradition) ilk olarak ortaya çıktı; ikinci merhalede sahabîlerin himayesine sokuldu; hicrî ikinci yüzyılın ortalarına doğru hadisçilerce yayılan hadisler bu “yaşayan geleneği” sarsarak etkiledi ve yalnızca Safiî hadislere üstün bir mevki sağladı. Böylece daha sonraki fukaha, daha katı bir tutum içerisine girerek Sünneti de mutlak olarak yorumlamaya başlamışlardır. Geniş ölçüde Safiî’nin çabalarından ötürü sözlü gelenek (Sünnet) ya da hadis, Hz. Peygamber’in Sünnetinin bir vasıtası olarak “yaşayan geleneğin” bir anda yerini almış, hadislerin tedvin edilmesiyle birlikte yaratıcı yorum faaliyeti hemen hemen sona ermiştir.
Fazlur Rahman, yaşayan Sünnetin hadislerden daha önce olduğunu, hadislerin yaşayan Sünnetin ardından yazıldığını savunmaktadır. Onun düşüncesine göre Sünnet, herhangi bir sözlü malzemeye atıfta bulunmaksızın atıfta bulunulan seydi. Yaşayan bir gelenek halindeydi. Daha sonra bu, hadisçilerin müdahalesiyle metinler haline döndü, yani yaşanan bir şey olmaktan çıkıp birer metin haline geldi.
Fazlur Rahman’a göre, ilk zamanlarda oluşturduğu isabetli kararlarla Ehl-i Sünnet, hem sosyo-politik düzeyde, hem de ahlâkî ve fikrî düzeyde topluma bir canlılık kazandırmış ancak hemen bir asır içerisinde Ehl-i Sünnet’in görüşleri, Kur’an ve Sünnet gibi değişmez, sabit ilkeler olarak Müslümanların zihinlerinde yer etmeye başlamıştır. Böylece dönük bir fikrî ve sosyo-politik sistem haline gelmiştir. Bu durum önce ahlâkî donuklaşmaya yol açmış; ahlâkî donuklaşma, ahlâkî bozulmaya ve bu da sırasıyla dinî, içtimâî, iktisâdi ve ilmî alanlarda gerilemeye yol açmıştır. Halbuki Hz. Peygamber’in Sünneti’nden başlayan Sünnet (kavramı) devamlı bir yaratıcı yorum ve geliştirme süreci haline gelmiş ve dolayısıyla sonuçta içmâ onayına mazhar olmuştur. Ancak Yaşayan Sünnet hadis şekline sökülüp Hz. Peygamber’e isnat edilmeye başlayınca bu yaratıcı süreç kısa bir duraklama döneminden sonra tamamen durmuştur.
Sünnet, yani cemaatin canlı uygulaması Safiî sonrası öğretinin iddia ettiği gibi sadece Hz. Peygamber’in eseri değil, fakat aynı zamanda, Müslümanların kararları ve eylemleri sonucu ortaya çıkan düşünce sürecinin sonucudur. Eğer herhangi bir hadis, Nebevî Sünnetin taşıyıcısı olarak varolmuşsa, mutlaka pratik gayeler için, yani cemaat içinde ortaya çıkmış problemleri çözmek için varolmuştur. İşte bu sebepledir ki, yöneticiler ve hakimler tarafından mevcut duruma göre serbestçe yorumlanmıştır. Böylece zaman içinde “Yaşayan Sünnet” olarak nitelediğimiz bir şey ortaya çıkmıştır. Ancak ilk asrın üçüncü ve dördüncü çeyreklerinde, Yaşayan Sünnet, mevcut uygulama lehindeki bu yorumlama süreci sonucunda İşlâm İmparatorluğunun çeşitli bölgelerinde çok büyük ölçüde yayılması neticesinde fikhî konularda ve şer’î uygulamalarda ihtilaflar çoğalmış, bu ihtilafları önlemek amacıyla hadis, resmî bir disipline dönüştürülmeye başlanmıştır.
Fazlur Rahman, ilk dönemin kadı, fakih, teorisyen ve siyasilerinin Nebevî Model’i (Sünnet), Müslümanların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak yorumladıklarını, böylece her nesilde ortaya çıkan malzemenin Yaşayan Sünneti oluşturduğunu ifade etmekte, bununla birlikte Yaşayan Sünnet’in sadece Nebevî Model’i değil, aynı zamanda bu modelin sürekli içtihad ve içmâ faaliyeti sayesinde bölgelere göre değişiklik arzeden yorumlarını da içerdiğini belirtmektedir. Ona göre Yaşayan Sünnet’te birçok farklılıkların ortaya çıkış sebebi budur.
Fazlur Rahman, geçmişte verilen hükümlerin ve yapılan yorumların o günü bağladığını, bugün için artık aynı hükümleri geçerli kabul etmenin mümkün olamayacağını, yeni olaylar için yeni yorumlar yaparak yeniden hüküm verilmesi gerektiğini şu sözleriyle ifade etmektedir:
Her ne kadar geçmişteki atalarımızın “Yaşayan Sünnet”i, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in ilk dönemlerde cemaat içinde gerçekleştirdiği faaliyetlerin sağlıklı ve başarılı bir yorumu, bizler için dersler içerse de, kesinlikle aynen tekrarlanamaz. Çünkü tarih, toplumlar ve yapıları sözkonusu olunca asla tekrarlanmaz. Bununla birlikte eski tarihimiz sadece bir anlamda tekrarlanabilir ve hatta bu anlamda, eğer ilerici Müslümanlar olarak yaşamak istiyorsak, tekrarlanması da gerekir: Nasıl ki, eski nesiller Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’in Sünneti’ni özgürce yorumlamak, yani ideali ve ilkeleri vurgulamak ve onları kendi zamanlarının yeni yapısı içinde somutlaştırmak suretiyle kendi sorunlarını uygun bir şekilde halletmiş iseler, bizim de aynı şeyleri kendi çabamızla kendimizin için yapmamız gerekir.” “Şu halde bu, geçmişte uyguladıkları şekilde tekrar Kur’an’a ve Sünnet’e dönmek değil, fakat onları doğru bir şekilde anlamak demektir. Çünkü bugün bize yol göstermeleri ancak doğru bir şekilde anlaşılmalarına bağlıdır. Sadece geçmişe bir dönüş, mezarlara dönüşten başka bir şey değildir.”
Yaşayan Sünnet bir uydurma değil, fakat Nebevî Sünnet’in sürekli bir biçimde yorumlanması ve ifade edilmesidir. Şu anda bizim yapmak istediğimiz, hadisi tarihi yorumla yeniden Yaşayan Sünnet’in terimlerine dönüştürmektir; ta ki, uygun bir etik teori ve bu teorinin fikha yeniden uygulanması sayesinde ondan bizzat kendimiz için normlar çıkarabilelim.
Fazlur Rahman, Yaşayan Sünnet terimi yerine bazan başka isimler de koymaktadır. Bunlardan biri de “Cemaatin Sünneti” tabiridir. O şöyle demektedir:
Cemaatin Sünneti, Hz. Peygamber’in Sünnetine dayanmış ve kaynağını ondan almıştır. Cemaatin içmâsi, ilim adamlarının içtihadı ile siyasi otoritelerin devleti gün be gün yönetirken yaptıkları içtihadları da “Yaşayan Sünnet” kapsamında değerlendirilebilir... Ancak Ebû Yusuf’un (o. 182/798) ifadelerine göre bir hakimin ya da siyasî bir liderin kararı değil, fıkıhta derinleşmiş üstün bir zeka sahibi kimselerin “Yaşayan Sünnet”i genişletme hakkına sahip olabileceklerini ortaya koymaktır.”
Fazlur Rahman, hadis ile Yaşayan Sünnet arasındaki farkı şu sözleriyle açıklamaktadır: “İlk nesillerin Yaşayan Sünnet ile hadis ifadesi arasındaki belirgin fark şudur: Yaşayan Sünnet, yaşayan ve devam edeğelen bir süreç olduğu halde, hadis kesindir ve yaklaşık ilk üç asırlık Yaşayan Sünnet sentezine mutlak devamlılık vermeyi amaçlamıştır. Hiç şüphe yoktur ki bu, o an için bir gereksinim idi. Çünkü belli bazı formalitelere bağlı kalmadan devam eden bir süreç, şu veya bu zaman içinde özünü yitireceği için, sürekliliğini devam ettirmeme tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Ancak hadis hareketi, sonuçta belli bazı formalitelerin de ötesinde tam bir belirlemeye yol açmıştır. Kuşkusuz şimdiki gereksinim ise, bu formalizmi gevşetmek ve işe Yaşayan Sünnet’in kendisini hadis barajına istekli bir şekilde boşalttığı noktadan yeniden başlamaktır.
Hadis ve sünnetin yeniden yorumlanması gerektiğine inanan ve bu bağlamda yaşayan sünnetin yol göstericiliğinden istifade edilmesi gerektiğini öneren Fazlur Rahman, bir başka çıkış noktası olarak da hadis ve sünnet alanın yeniden yorumlanamayacak kadar problemlerle dolu olduğunu, bu safhadan sonra artık bunlarla uğraşma yerine, hadis ve sünneti tamamen gözardı ederek çözüme gidilmesini şöyle ifade etmektedir:
İşte tam bu anda bir ses şöyle fısıldamaktadır.: “Hadis ve Sünnet tedavisi mümkün olmayan gericiliktir; ilerlemek istiyorsanız onları tamamen terk edin.” Yoksa bu, ümitsizlik karşısında duyulan ümit sesi midir?”

SONUÇ
Hadisler, aslında Nebevî Sünnet’in serbestçe yorumlanması sonucu oluşturulan ve canlı/dinamik bir yapı arzeden Yaşayan Sünnet’in önüne senet zinciri eklenmek suretiyle Hz. Peygamber’e isnat edilmiş formülasyondan başka bir şey değildir. Büyük çaplı hadis hareketinin başlamasından sonra, Sünnet, içtihad ve içmâ arasındaki organik bağ tahrip edilmiştir, diyen Fazlur Rahman, bu görüşleriyle yaklaşık olarak Schacht’la aynı kanaati paylaşmaktadır. Nitekim, Sachacht’a göre de; Hz. Peygamber’in Sünnetlerinden önce “Yaşayan Sünnet” mevcuttur. Hadislere gelince onlar, dini mezhepler ve muhaddişler arasındaki iç kavganın ve münakaşaların sonucu II. yüzyılda uydurulmaya başlanmıştır. Dahası hadislerin yaygınlaşması “Yaşayan Geleneği” örtbas etmiştir.
Fazlur Rahman’ın kullandığı “Yaşayan Sünnet” kavramı ilk bakışta Schacht’ın “Yaşayan Gelenek” (living tradition) terimini çağrıştırmaktadır. Nitekim, Schacht bu konuda şunları söylemektedir:
Medinelilerin yaşayan Sünnetindeki uygulamanın yapısı, “amel”, “el-amelu’l-müctemâ aleyh” (üzerinde ittifak edilen amel), “el-emru indenâ” (bizim uygulamamız) gibi terimlerle ifade edilmektedir. Binaenaleyh; Medine ameli önceden mevcuttu. Peygamber’den ve diğer sahabîlerden gelen Sünnetler sonradan ortaya çıktı. Medineliler aralarındaki farkı görmek için “amel”i Sünnetlerle mukayese ettiler. “Amel” Medine’lilerin kabul ettiği bu Sünnetlere tamamen benzerdi. Medine ameli sadece güncel geleneği yansıtmamakta aynı zamanda teorik ya da ideal yapıyı ihtiva etmektedir. Bazan değişen şartlar muvacehesinde mezhep görüşündeki değişiklikleri ileri sürmek için bir araç olarak kullanıldı.
Halbuki İmam Malik’in bu tür ifadeleri, Medine’de İşlâm öncesinden beri varolan ve Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in Sünneti’nden bağımsız gelişen bir hukukî geleneğe değil, (Irak, Suriye gibi) diğer beldelerde aralarındaki fikhî ihtilafa işaret eden tabirlerdir. Ayrıca devam etmekte olan uygulamayla desteklenmiş Sünnet, uygulama ile ilişiği olmayandan daha kuvvetli kabul edilmiştir. Bu yüzden Medine ameli daha bir ayrıcalık kazanmıştır. Diğer yandan Malik’in kabul ettiği hadisler incelendiğinde, Hz. Peygamber’den ve sahabîlerden gelen Sünnetleri, Medine Ameli’ne başvurmadan kabul ettiğine dair pek çok örnek görülmektedir.
Fazlur Rahman’ın sözlerinden Ebû Yusuf’un da “Yaşayan Sünnet”i ön plana çıkardığı izlenimi doğmaktadır. Halbuki Ebû Yusuf, Evzaî’ye yaptığı tenkitte şunları söylemektedir:
Hiç bir kimse haram ve helâl meselesinde, ‘insanlar devamlı bunu yapmaktalar’ diyerek karar vermemelidirler. Çünkü insanların devamlı yaptığı şeylerin çoğuna zaten izin verilmemekte ve terk edilmesi gerekmektedir. Zikredebileceğim öyle durumlar vardır ki, bu yerlerde büyük çoğunluk, Hz. Peygamber’in yasak emrine aykırı hareket etmektedirler. İşte bu gibi hallerde bir kimse Peygamber’in Sünnetinden ve ashabının ileri gelenlerinin ve fakihlerinin fetvalarındaki bilgiyi elde etmek, emri uygulamak zorundadır”.
Fazlurahman’ın “Yaşayan Sünnet” anlayışından, başta sahabîler olamak üzere ilk asırlardaki Müslümanların Kur’an ve Sünnetin tarihi arka planını çok iyi bildikleri için, Sünneti değişen şartlarda uygulanabilir kılmakta son derece başarılı oldukları sonucunu çıkarmamız mümkündür. Günümüzde ise, Sünnet, yaşayan bir gelenek değil, kitaplardan okunan tarihi bir malzeme konumundadır. Öte yandan Peygamber döneminden itibaren geçen bu kadar uzun süre çok büyük değişimlere sahne olmuştur. Bu durumda yeniden yaşanan bir olgu olması sağlanmalıdır.
Şüphesiz bugün İşlâm dünyasının gelişen dünya şartlarında bir çok yeni problemle karşı karşıya oldukları inkar edilemez. Bu problemlere Kur’an ve Sünnet çerçevesinde yeni çözümler bulmak kaçınılmazdır. Ne var ki, Sünnetin bilgi, kültür, düşünce ve medeniyete kaynaklık edebilmesinin önündeki engellerden biri de hadis ve Sünneti anlayabilme (semantik) ve yorumlayabilme (hermenotik) problemidir. Gerçi zaman zaman bu konulara temas edilmektedir. Ancak değişen şart ve zamanlar için köklü bir çözüm üretildiğini söylemek güçtür.
Bütün bu arayışlar içerisinde dün olduğu gibi modern çağda da biz, kendine has özellikleri ve nitelikleriyle, kısaca model ve metodoloji olarak onu kavramaya ve yaşamaya muhtacız. Yaşamakta olduğumuz hızlı değişim ve yeniden yapılanma sürecinde, İşlâm’in fikrî, kültürel ve sosyal yapı olarak üstün bir konuma getirilmesi Sünnet verilerinin model ve metodoloji olarak yeniden ele alınması ve yorumlanmasıyla mümkündür.
Müslümanların önünü aydınlatacak ve gelecekleri için yeni projeler üretecek düşünce ve fikir adamlarına son derece ihtiyaç bulunmaktadır. Yeni ilim ve fikir adamlarını yetiştirebilmenin belki de ilk yolu, düşünen insanlara fikirlerini açıklayabilme hürriyeti vermektir. Dolayısıyla Fazlur Rahman’ın da müspet niyetle hareket ettiğini varsaymak ve seçmeci bir yaklaşımla fikirlerinden istifade etmek gerektiği kanaatini taşımaktayız. Müsteşriklerin fikirleriyle aynı istikamette olan pek çok görüşüne rağmen şüphesiz o, Müslümanların içinde bulundukları durumdan ancak fikir planında radikal devrimler yapmak suretiyle kurtulabileceğinin farkındadır.