HADİSLERDE İSNÂD SİSTEMİ
ÖZET
İslâm’dan önceki devirde Araplar arasında şiirlerin naklinde rivayetler söyleyene nispet edilmekteydi. Bu anlamda düzenli olmasa da Yahudilerin ve Hindlilerin de isnada benzer bazı uygulamalarının olduğu bilinmektedir. Fakat isnad, İslamiyet’le birlikte hadis sahasında kullanılmaya başlandıktan sonra sistemli bir şekilde gelişmiş ve özellikle hadis rivâyetinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.
SUMMARY
THE SYSTEM OF İSNAD IN THE HADİTH
The isnad which informs us tarık’s of the Hadith matns had been used unregülarly for survive of poetry in the pre-İslamic era. Büt isnad had got importance after using of the Hadith transmissions and made non-separatıon for them. The dişçiplince and fastidiouşness in the transmisson of the Hadith led the orientalısts, non-proofly, to criticize the ınstitution.
GİRİŞ
Sened ve metin kısımlarından meydana gelen hadislerin, rivayet ve intikal aşamalarını yansıtan isnad, son dönemde belki de hadisin metninden daha çok tartışmaların odak noktası haline gelmiştir. İsnadın doğuşu, gelişimi ve sistemli olarak ne zaman kullanıldığı hususu özellikle müsteşrikler tarafından tartışma konusu yapılmaktadır. Gerek geçmişte gerekse günümüzde bazı oryantalistler isnadın iddia edildiğinin aksine erken dönemlerde değil, daha sonraki zamanlarda teşekkül ettiğini ifade etmektedirler. Hatta bu düşüncelerini daha da öteye götürenler, hadislerin senedlerinin bir kısım raviler tarafından uydurularak hadisin baş tarafına ilave edildiğini savunmaktadırlar. Bu bakımdan Hadislerde İsnad Sistemi adını verdiğimiz bu makalede isnadın doğuşu, önemi, tarıkler, âlî ve nâzil isnad, ve esahhü’l-eşânid gibi konular ele alınacak ve isnad konusundaki tartışmalara ışık tutmaya çalışılacaktır.
1. İsnâdin Doğuşu
Hadisin metnini, hadisi söyleyenine râviler vasıtasıyla ulaştırmak, ya da bir başka deyişle, hadis metninin tarîkinden haber vermek olan isnâdin ne zaman kullanılmaya başlandığı konusunda çeşitli görüşler mevcuttur. Şahâbenin çoğunluğunun hayatta bulunduğu birinci asrın ilk yarısında, Hz. Peygamber ile sahabîlerin arasında hadisi kendilerine nakledecek bir başka nesil bulunmadığına göre, birbirlerinden işittikleri hadisler dışında, isnâdin düşünülmemiş olmasını doğal saymak gerekir. Ancak bu durumun uzun süre devam etmediği de bir gerçektir.
Üçüncü halîfe Osman İbn Affân’in (o. 36/656) şehit edilmesi, onun ardından Hz. Ali (o. 40/660) ile Hz. Muaviye (o. 60/679) arasındaki mücâdele ve nihâyet Sîa ve Hâriçîler gibi fırkaların ortaya çıkışı, hadis uydurmaya yol açan etkenlerin başında yer almış ve zaman ilerledikçe hadis uydurma işi bütün süratiyle yayılmıştır. Bu durum hadisleri korumak isteyenlerle, hadis uyduranlar arasında çetin bir mücadelenin başlamasına zemin hazırlamıştır. Sahabiler hadis rivayeti karşısında rivayet edilen hadisten emin olmak için kendi aralarında şahit aramışlar, bazan rivayetleri tashih etmişler, bazan da hadisi nakledene yemin ettirmek gibi bir takım tedbirlere başvurmuşlardır. Daha sonra birtakım ihtilaflar sebebiyle fitneler çıkmış, bu fitnelerin ardından değişik fırkalar birbirlerini telin, tezyif ve tekfir etmek amacıyla bir kısım hadisler uydurmuşlardır. Bu durum hadis rivayeti esnasında daha dikkatli ve titiz olunmasını gerektirmiştir.
Hz. Ali ile Hz. Müâviye arasındaki ihtilâfin harp şeklini alarak, kanların dökülüp canların telef olmaya başladığı hicretin kırkıncı yılı, sünnetin yalan ve uydurmadan münezzeh olması ile, yalan ve hadis uydurma hareketinin çoğalarak siyâsî maksatlarla ve dâhilî bölünmelere hizmet için kullanılmaya başlaması bir dönüm noktasıdır. Bu fitne hareketinin zuhurundan sonra insanlar artık haberlerin senedlerini soruşturmaya başlamıştır. Ehl-i sünnet’ten olanların hadisleri alınmış, ehl-i bid’at’tan olanların hadisleri de terk edilmiştir.
Hicretin 110 senesinde vefat eden Muhammed b. Sîrîn’in şu sözü, isnadın çok erken tarihlerde uygulandığını ortaya koymaktadır. İbn Sîrîn şöyle demektedir: “Önceleri isnâd sorulmazdı. Ne zaman ki fitneler zuhur etti o zaman isnâd sorulmaya başlandı. Hadisin râvileri ehl-i sünnet’ten ise hadisi alındı, ehl-i bid’at’ten ise hadisi alınmadı.”
İbn Sîrîn’in, “önceleri isnâd sorulmazdı...” sözü, fitne devrine kadar isnâdin hiç kullanılmadığı anlamına gelmez. Aksine bu ıfâde, fitneden önce de isnâdin kullanıldığı intibâini vermektedir. Râviler onu tatbik bakımından o kadar titiz değillerdi. isnâdi bazan uyguluyor bazan de ihmal ediyorlardı. Fakat fitneden sonra daha müteyakkiz olmaya, bilgi kaynaklarını araştırıp tetkik etmeye başladılar. Birinci asrın sonunda isnâd artık iyice tekâmül etmişti.
Ebu’l-Âliye (o.90/708), “Biz Basra’da Resûlullah’ın (s.a.v.) ashabından nakledilen birtakım rivayetler ışıtırdık. Fakat onların yanına gidip bizzat ağızlarından duymadıkça gönlümüz rahat etmezdi” demektedir.
İbrahim en-Nehâî (o.96/714) işe şöyle demektedir: “Selef, bir kişi tarafından rivayet edilen garib hadisleri sevmezlerdi. Hadislerin çeşitli tarıklerini ararlardı. Bir adamdan hadis alacakları zaman onun namazına, umumi haline ve alametlerine bakarlardı.” İbrahim en-Nehaî bu sözüyle kendinden önceki devirlerde hadis nakli sırasında dikkatli davranıldığı hususunda bilgi vermiş olmaktadır.
Ebû Yezîd b. Hubeyb (o.128/745)’in şu sözü hadislerin isnadının ve çeşitli tarıklerinin araştırılmasının önemine işaret etmektedir: “Bir hadis işittiğin zaman onu, ötekinden berikinden kaybettiğin şeyi arar gibi araştır. Maruf olursa al, aksi halde terk et.”
Yine Sufyân eş-Sevrî’nin (o.161/777) “Râviler yalanı kullandıkları vakit biz de onlar için tarihi kulandık” sözü de, mevzû hadislerin yaygınlaşmasından sonra râvilerin takibe alındıklarını gösteren bir başka delildir.
Bâzı tâbiîlerin, meselâ Katâde b. Di‘âme eş-Sedûsî (o.117/735) gibilerin, hadisleri senedleriyle birlikte rivâyet etmediklerine dâir söylenen haberler dahi bize, değişik şehirlerde bulunan tâbiîlerin çoğunun, hadisleri senedleriyle birlikte rivâyet etmekte olduklarını gösterir. Şayet böyle olmasaydı râvi, herkese sâmil olduğunu o devirde bilmeyen tek şahsın dahi mevcut olmadığı umûmî bir hükümden Katâde’yi veya bir başka tâbiîyi müstesnâ tutmaya uğraşmazdı. Nitekim Hammad b. Seleme’nin (o.167/783), et-Tabakâtu’l- Kubrâ’daki şu sözü bu görüşü desteklemektedir:
“Katâde’ye giderdik, o da: beleganâ ani’n-Nebîyyi a.ş = Hz. Peygamber’den bize ulaştı ki..., beleganâ an ‘Umar = Hz. Ömer’den bize ulaştı ki ... diyerek hadisleri hemen hemen isnâdsiz rivâyet ederdi. Hammad b. Ebî Süleymân Basra’ya geldiği zaman, “haddesenâ İbrâhîm fulânun ve fulânun” = Bize İbrâhîm, falan ve falan rivâyet etti ki demeye başladı. Bu hal Katâde’ye söylendiğinde o da : “seeltu Mütarrifen” = Mütarrife sordum ki..., “haddesenâ Enes b. Mâlik ve seeltu Sa‘îd b. el –Müseyyeb” diyerek senedleriyle birlikte rivâyet etti”.
İlk bakışta bu olaydan anlaşılan mânâ şudur: Hammâd b. Süleymân Basra’da bu âdeti yaygın hale getirdikten sonradır ki, Katade isnâdla rivâyet etmeye başlamıştır. Bu haberle anlatılmak istenen ana tema, Hammâd b. Seleme’den başka tâbiundan bir çok kimsenin kendi şehirlerinde haberleri isnâdla rivâyet etmekte olduklarıdır.
İbn Sihab ez-Zuhrî (o.124/742)’nin hadisleri isnadsız rivayet eden kimselere “Hadisleri bize naklederken isnadı olmaksızın yularsız ve dizginsiz mi naklediyorsunuz” diyerek kızdığına dair bilgilerin kaynaklarda yer alması, isnadın o devirde yerleşik bir kural olduğunu kanıtlamaktadır.
Zuhrî’yi takip eden ve ondan sonra gelen muhaddişler, hadislerde isnad tatbikini ve raviler zincirini birbirine bağlayan hadis tahammül lafızlarını kullanmayı hadisin sıhhati için şart koşuyorlardı. Bu lafızların kullanılmadığı hadislere değer verilmezdi. Şu’be (o. 160/777) “Senedinde “ahberanâ” ve “haddesenâ” tabiri bulunmayan hadisler ise yaramaz hadislerdir” derdi. Öyle ki, kaynaklarda “sema” ve “kıraat”in Ali b. Ebî Talib ve Abdullah b. Abbas zamanında bilindiğini, Ali b. Ebî Tâlib’in şeyhe okumak ile şeyhten dinlemeyi müşavi bulduğunu, Abdullah’ın ise kendisini dinleyenlere, “Benim size okumam ile sizin bana okumanız arasında bir fark yoktur” dediği nakledilmektedir.
Hicrî ikinci asrın ortasında hadislerin artık senedleriyle zikredilmesi sistemli bir hale geldiği gibi, müstakil hadis kitapları da tasnif edilmişti ki, bunların hemen hepsi hadisleri senedleriyle kaydetmekteydi. Hadis Usûlu üzerine müstakil ilk eseri ortaya koyan Râmehürmüzî (o. 360/971), bu konuda şöyle demektedir: “Hadisleri ilk tasnif eden ve bablara ayıran kimse; Medine’de Malik b. Enes (o. 179/795), Mekke’de İbn Cüreyc (o.151/768), Basra’da Said b. Ebî Arûbe (o.158/775), Hammad b. Seleme (o. 167/783), Yemen’de Mamer b. Raşid (o.152/769), Kûfe’de Sufyan eş-Sevrî (o.161/778), Şam’da el-Evzaî (o. 151/768),Vâsit’ta Hüseym b. Beşîr (183/799), Horasan’da Abdullah b. el-Mübârek (o. 181/797) ölmüştür.” Söz konusu âlimlerin birçoğunun isnadlarla kaydedilen hadis koleksiyonları günümüze değişik yollardan ulaşmış durumdadır.
Müsteşrikler isnâd sisteminin menşei hakkında değişik görüşlere sahiptirler. Bunlar arasında Müslümanlardan önce de isnad sisteminin kullanıldığını, hatta Yahudilikten geldiğini savunanlar da bulunmaktadır. Ancak İslam’dan önce bazı rivayetlerin söyleyenlere nispet edilmesiyle Müslümanların kullandığı isnad sistemi arasında bir benzerlik bulunmamaktadır. Bu nedenle Horovitz, Leone Ceatanı gibi müsteşriklerin isnad sistemini Yahudilere ya da Hindlilere dayandırmaları bir anlam taşımamaktadır.
Diğer taraftan Caetanı’ye göre, hadisleri sistematik olarak ilk toplayan ‘Ürve (o.94/712), ne isnâd ne de Kuran’dan başka kaynak kullanmıştır. Bu nedenle Caetanı bu konuda şu kanaate sahiptir: Hz. Peygamber’in ölümünden sonraki 60 yıldan daha fazla bir süre de Abdülmelik zamanında isnâd uygulaması mevcut değildir. O, bundan hareketle isnâd sisteminin başlangıcının ‘Ürve ile İbn İshâk (o.151/768) dönemi arasındaki bir zamanda yer almış olabileceği neticesine ulaşır. Yine onun görüşüne göre, daha geniş çaptaki isnâd uygulaması II. yüzyılın sonunda hatta III. yüzyılın başlangıcında muhaddişler tarafından ortaya atılmıştır.
Ürve’nin, Abdülmelik’e gönderdiği yazıda isnâdların bulunmadığını ve Ürve’nin de daha sonraki bu isnâdlar sayesinde tanındığını iddia eden başka batılı bir ilim adamı da Sprenger’dir. Horovitz bu istidlâllere İsnâdin Tarihi ve Menşei (Alter und Ursprüng des İsnâd) adli makâleşinde karşılık vermiş, o, Ürve’nin isnâd kullandığını inkar edenlerin onun bütün eserlerini gözönüne almadıklarına dikkat çekmiştir. Bir kimsenin kendisine soru sorulduğu zaman cevapladığı ile, ilim halkasında yazdığı arasında fark olduğunu da buna ilâve etmiştir. Horovitz, isnâdin hadisle ilgili eserlere ilk girişinin birinci asrın son üçüncü çeyreğinde olduğu neticesine ulaşır.
Joseph Schacht ise, “Her hâlükarda düzenli isnâd uygulamasının II. asrın başlangıcından daha önce olduğunu iddia etmeye hiç bir neden yoktur, senedler, fikir ve inançlarını ilk otoritelere dayandırmak isteyen kimselerce keyfî ve dikkatsiz bir şekilde yapılmıştır, kademe kademe uydurularak gelişmiştir, ilk devre âit senedler eksik kalmış, fakat klasik eserler dönemine kadar bütün boşluklar doldurulmuştur...” demektedir.
Günümüz Oryantalistlerinden Jüynböll “fitne” kavramıyla Hz. Osman’ın şahadetinin kastedilmekte olduğunu kabullenmekle birlikte, o buna karşılık İbn Sırîn’in sözünü ettiği fitnenin Abdullah b. Zubeyr’in öldürülmesi olayından başkası olamayacağını ifade etmektedir. Buna dayalı olarak da hadislerde isnadın kullanılmasını hicrî birinci asırda 70’li yılların ilk başlarında ortaya çıktığını benimsemektedir. İbn Sîrîn’in kullandığı ehl-i sünnet ve ehl-i bid’at kavramlarıyla ilgili haberlerin tarıklerinden de bunu anlamanın mümkün olduğunu belirten Jüynböll, isnadın teşekkülü konusunda müşterek ravi/common link çerçevesinde Zuhrî’yi, “isnadın etrafında şekillendiği kişi” olarak görme eğiliminde olduğu da anşlaşılmaktadır.
Fazlur Rahman da isnâd konusunda, kısaca görüşlerini aktardığımız müsteşriklerle aşağı yukarı aynı kanaati paylaşmaktadır. O bu konuda şunları söylemektedir: “Her hadisin iki bölümü bulunur; hadisin metni ve metni desteklemek üzere hadisi rivâyet eden râvilerin adları verilen sened kısmı. Eski ve yeni tarihçiler önceleri hadisin metnini destekleyen isnâddan yoksun olarak bulunduğu hususunda aynı görüştedirler. İsnâdin, hadis metinlerinde görülmesi muhtemelen İ. yüzyılın sonlarına rastlar. Bu tarih aynı zamanda yuvarlak olarak hadisin resmen yazılı bir disiplin şeklinde bütünüyle ortaya çıktığı tarihtir.”
Schacht, İbn Sîrîn’in (o.110/728) sözünde bahis konusu edilen fitnenin Emevî idâresinin sonlarına doğru Halîfe Velid İbn Yezîd’in öldürülmesi (o.126/743) ile ortaya çıktığını ileri sürmüş ve İbn Sîrîn’in hicri 110 senesinde olmuş olması dolayısıyla bu fitneden söz edemeyeceği ve mezkur sözün ona atfedilmiş yalan bir haber olduğu iddiasında bulunmuştur. Schacht’ın bu iddiasını garip karşılamamak mümkün değildir. Zira İşlâm tarihinin ilk bir buçuk asrında, Velid b. Yezid’in öldürülmesine sebep olan fitneden başka ve daha mühim fitneler olmasaydı, bu görüşe bir dereceye kadar hak verilebilirdi. Oysa İşlâm tarihinde üçüncü halîfe Osman b. Affân’in şehîd edilmesiyle neticelenen ayaklanma “fitne” olarak isimlendirildiği gibi, Cemel ve Sıffîn savaşları da bu “fitne”nin devamından başka bir şey değildir. Keza Emevî halîfesi ‘Abdülmelik b. Mervân’in hilâfetinden iki sene önce (63/682) Hicaz’da idareye karşı ayaklanan ve hakimiyetini ilan eden Abdullah b. Zubeyr hâdışesi ile, 81 senesinde Basra’da patlak veren İbnu’l-Eş‘aş hâdışesi de birer “fitne” olarak isimlendirilmiştir.
İbn Sîrîn’in bütün bu fitnelere sâhit olduğu, yahut onlar hakkında haber verebilecek durumda bulunduğu apaçık meydandadır. Hal böyle iken, Schacht’ın bu fitneleri hiç hesaba katmadan İbn Sîrîn’in vefatından on altı sene sonra ortaya çıkan bir fitneyi bahis konusu etmesi, sonra da bu fitneye sâhit olmadığını ileri sürüp onun söylediği bir sözü yalanlamağa kalkışması, kabul edilebilecek bir husus değildir. Bununla birlikte onun, isnâd tatbikinin ikinci asrın başlangıcından daha eski olabileceğini kabul etmediğini açıkça belirtmesi, İbn Sîrin’in sözünü ettiği fitneyi niçin onun ölümünden sonra zuhur eden hâdışelerle îzah etmeye ve bu sözün İbn Sîrîn’e isnâdini yalanlamaya çalıştığını göstermeye yeterlidir.
2. İsnâdın Önemi
Bir haberi veya bir hadisi nakleden kimse, onu kimden işittiğini belirtmek zorundadır; çünkü haberin doğruluğu, onu nakledenlerin güvenilir olmasıyla yakından ilgilidir. Şayet hadislere hiç yalan karışmamış olsaydı veya her insan, işittiği bir şeyi hemen hâfizasına yerleştirebilecek ve aradan seneler geçtikten sonra da onu aynen hatırlayıp tekrarlayabilecek bir kabiliyette yaratılmış olsaydı, her halde, hadis rivâyetinde de isnâd kullanmaya ve bir çok isim sıralamaya gerek kalmayacaktı. Oysa ne hadisler yalancıların tasallutundan kurtulabilmiş, ne de insan her işittiğini ânında hıfzedebilecek derecede mükemmel yaratılmıştır. Bu durum, hadislerin sıhhatini garanti altına alabilmek için, zorunlu olarak senedle rivayet edilmesini ve hadis râvilerinin adâlet ve zabt yönünden hallerinin bilinmesi ihtiyacını doğurmuştur.
İsnâd, başka milletlerde bulunmayan ve yalnız Müslümanlara âit olan bir sistemdir. “İsnâd dindendir. Eğer isnâd olmasaydı dileyen istediğini söylerdi” diyen Abdullah b. el-Mübârek, isnâdin ne derece önemli olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca “Şüphesiz bu ilim (Hadis) dindir. Onu kimden aldığınıza dikkat edînîz” denilerek hem hadisin hem de isnâdin önemi çok açık bir biçimde ıfâde edilmiştir.
Hucurat Sûresi’nde geçen “Ey imân edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırınız...” âyetindeki “araştırınız” sözü, isnâd sistemine Ku’an’dan delil olarak gösterilmektedir.
Hadisin isnâdini araştırmak önemli bir konudur. Râvilerin hallerini bilmek son derece gereklidir. Şahâbe, insanları hadis rivâyet ederken ihtiyatlı olmaya teşvik etmişlerdir. Kişinin durumunun bilinmesini, ancak emin olunduğu zaman hadisin alınmasını şart koşmuşlardır. Tâbiûn nesli de hadislerin nakli konusunda şahâbenin yolunu izleyerek titiz davranmışlar ve Resûlullah’ın nûrunu gelecek nesillere aynı parlaklığı ile intikal ettirmek için çaba sarfetmişlerdir.
İmam Safiî (o.204/819), “Senedsiz hadis öğrenmeye çalışan kimsenin durumu, gece karanlığında ödün toplayan kimseye benzer. O içinde zehirli yılan bulunan bir bağ ödünü sırtına yüklenir de farkında bile olmaz” diyerek Hz. Peygamber’in hadisleri ile onun adına uydurulanları ancak sened sâyeşinde birbirinden ayırabileceğimizi anlatmak istemiştir.
Sufyân eş-Sevrî, isnâdi silaha benzetmiş, silahı olmayan kimsenin düşmanı ile cenk edemeyeceğini söylemiştir.
Abdullah b. el-Mübârek işe (o.181/797), “İsnad dinin bir kısmıdır, eğer isnad olmasaydı dileyen istediğini söylerdi” demiş, dînî meseleleri isnâdsiz öğrenmeye kalkışanı, merdivensiz evin çatısına çıkmak isteyen kimseye benzetmiştir.
Nasr b. Sellâm ise şöyle demiştir: “Küfür ehline en ağır gelen ve onları en çok kızdıran husus, hadis işitmek ve hadisin senedi ile birlikte rivâyet edilmesidir”.
Tirmizî, âlimlerin senedsiz bir hadis için “yularsız ve dizginsiz” (bilâ hızâm velâ ezimme) tabirini kullandıklarını haber vermektedir. Nitekim ez-Zuhrî’nin, “Size yularsız ve dizginsiz hadis nakletmem” dediği nakledilmektedir.
Nitekim isnadla ilgili olarak “Haberin senedi kişinin nesebi gibidir” denilmiştir. Diğer taraftan Ebû’z-Zinâd (o.130/747) şöyle demektedir: “Medine’de yüz kişi biliyorum ki bunların hepsi de güvenilir (emin) kimselerdi. Ama bunlara hadis için ‘ehil değildir’ (Leyse min ehlih) denildiğinden onların hiç birinden hadis rivâyet edilmezdi”.
Görülüyor ki hadisçiler isnâda son derece önem vermişlerdir. Çeşitli konularda rivâyet edilen pek çok hadis, sırf senedindeki râvilerin durumları sebebiyle sahih kabul edilmemiş ve bir çoğu da uygulamaya geçirilmemiştir. İsnâd sistemi ile birlikte Çerh ve Ta‘dîl İlmi doğmuş, hadislerin senedlerinde geçen râvilerin hayat ve davranışları bütün ayrıntılarıyla incelenmiştir. Bir başka ıfâdeyle hadisçiler, haberin kaynaklarını araştırmak sûretiyle, o kaynaklar aracılığı ile kendilerine ulaşan haberlerin sıhhatini tesbite yönelmişlerdir. Bu konuda gerçekten hayranlık uyandıracak ilmî metotlar geliştirmişlerdir.
3. Hadislerin Tarıkleri
Her hadis konusu itibariyle olduğu gibi, kendisine ait senedi ile de diğer bir hadisten ayrılmaktadır. Aynı konuda gelen bir hadis birden fazla senedle rivayet edilmiş olabilir. Bir hadis, Hz. Peygamber’den birden fazla şahâbî tarafından ısıtılmış olabileceği gibi, şahâbe sonrası tabakalarda da bir çok râvi tarafından ısıtılmış ve rivayet edilmiş olabilmektedir. Hadisin değişik şahâbîler veya daha sonra gelen farklı râviler tarafından yapılan rivayetlerini belirtmek için o hadisin senedi veya tarıkleri (turüku’l-hadis) terimi kullanılmaktadır. Bu itibarla sened yerine tarık kullanıldığı gibi, tarık yerine de vecih terimi kullanılmaktadır. Nitekim herhangi bir tabakada tek bir râviden rivayet edilen bir hadis için, “Bu hadis şadece bu vecihten gelmektedir” şeklinde de söylenmektedir. Bu durumda da yine hadisin tarıkının kastedildiği anlaşılmalıdır.
Birden çok senedle gelen hadisler, hadis usûlu çerçevesinde farklı muamelelere tâbi tutulmuştur; çünkü bir hadisin pek çok tarıkının bulunması, bir çok açıdan önem arz etmektedir. Bunlardan biri de bu rivayetlerin aynı zamanda o hadisin sıhhati konusunda da bir değer ifade ettiği düşüncesidir. Özellikle hicrî II. ve III. asırda aynı hadisin bir çok tarıkıne sahip olmak, sanki hadisleri toplamanın bir gereği olarak düşünülür ve uygulanırdı. Ayrıca muhaddişler elde ettikleri bu tarıkleri kendi aralarında müzakere ederlerdi. Kaynaklarda her bir hadisi, yirmi, otuz, elli hatta yüz isnadla elde ettiklerini söyleyen muhaddişlere bile rastlamak mümkündür. Nitekim bu konuda Beyhakî (o.458/1066) şöyle demektedir: “Bazan hadis bir tane olur da rivayet yolları, lafızlarının farklılığı ve onu rivayet edenlerin çok oluşu bakımından bir tek hadis, yüz hadis sayılır. Çünkü selef âlimlerimiz şöyle derlerdi: “Biz bir hadisi yirmi yoldan (tarık veya vecih) yazmaz isek ona güvenemeyiz.”
Diğer taraftan Yahyâ b. Ma‘în’in (o. 233/847), “Biz bir hadisi elli defa yazmadığımız zaman ona itibar etmezdik” sözü bu görüşü teyit etmektedir. Goldziher de aynı görüşü destekler mahiyette Yahyâ b. Ma‘în’in kendisine en az otuz çeşit isnadla takdim edilmemiş hiçbir hadisi kabul etmediğini belirtmektedir.
Hicrî III. asırda yaşamış muhaddişlerden İbrahim b. Saîd el-Cevherî’nin (o. 253/867) bu konudaki yaklaşımı, kendilerine ulaşan her hadisi yüz ayrı senedle elde ettiklerini ileri süren muhaddişlerin varlığını doğrulamaktadır; Zehebi’nin nakline göre, Abdullah b. Ca’fer b. Hakan, Cevherî’ye Hz. Ebû Bekir’in (o.13/634) hadislerinden biri hakkında soru sorunca, o hizmetçisinden Ebû Bekir’in Müsned’i arasından yirmi üçüncü cüz’ü çıkarmasını istemiş, bunun üzerine Abdullah b. Ca’fer; “Ebû Bekir’in elliden fazla hadisi olamaz, onun yirmi üçüncü cüz’ü ne demek oluyor!” diyerek hayretini ifade etmiştir. Cevheri ise ona: “Bendeki bir hadis eğer yüz vecihten gelmemişse ben o konuda yetim sayılırım” cevabını vermiştir. Sözkonusu bu olay, o dönemlerde muhaddişlerin hadislerin değişik tarıklerine sahip olmaya ne kadar önem verdiklerini göstermesi bakımından da dikkat çekmektedir.
Hadislerin tarıklerinin ulaştığı boyutu daha net kavrayabilmek için bir hadisin pek çok tarıklerini bir araya toplayan eserlere de göz atmak gerekmektedir. Hadis kitapları içerisinde Şahîh-i Müslim, sıhhat ve tertip bakımından olduğu kadar, bir hadisin pek çok tarıkını aynı yerde zikretmesi bakımından da öne çıkmış bir eserdir. İşte bunun içindir ki, bir hadisin değişik senedlerini ve bir kelime dahi olsa, hadisin metnindeki farklılıkları Müslim’in Şahîh’inde bir arada görmek mümkündür.
Öte yandan hadislerin tarıklerinin bir araya toplanması birtakım faydaları da beraberinde getirmektedir; Âlî isnad elde etmek, hadisin mutâbeat ve sevahidini bulmak, esahhü’l-eşânîd’e ülasmak gibi hadisin sıhhati açısından önemli olan bu düşünceler, hadislerin tarıklerinin çoğalmasında da etkili olmuştur.
4. Âlî İsnad- Nâzil İsnad
Hadis tarıklerinin çoğalmasında en önemli etkenlerden biri hiç şüphesiz âlî isnad arayışıdır. Bir râvi rivayet ettiği hadisi veya bir müellif eserine aldığı herhangi bir rivayeti Hz. Peygamber’e az sayıdaki muteber kimseler vasıtasıyla ulaştırabilirse, onun rivayeti sıhhat açısından aynı şartları taşımayan diğer rivayetlere göre daha makbul sayılmıştır. Âlî isnad aramak selefin bir sünneti olarak telakki edilmiş buna delil olarak da bir bedevinin gelip Resûlullah’a, “Senin Allah’ın Resûlu olduğun bize söyleniyor; doğru şöyle seni Allah mı gönderdi?...” şeklindeki hadis gösterilmiştir.
Ahmed b. Hanbel (o.241/855), “Âlî isnâd, bizden öncekilerin (selefin) âdetidir” demektedir. Ahmed b. Hanbel’in oğlu Abdullah, babasının âlî isnadı aramanın dinin gereği olduğu inancını taşıdığını haber vermektedir; hatta bu bağlamda “İsnadın ilk söyleyene yakın oluşu Allah’a yakınlıktır” diyecek kadar, konunun ciddiyeti vurgulanmak istenmiştir. Yahya b. Maîn’e ölüm döşeğinde yatarken ne arzu ettiği sorulmuş o da “Tenha bir ev ve âlî bir isnad” diye cevap vermiştir.
Bir isnad beş ayrı bakımdan aynı konuda gelen bir hadisin diğer bir isnadına göre âlî olabilir. Diğer bir ifadeyle âlî isnad göreceli olarak beş kısma ayrılmaktadır:
Peygamber’e yakın olması
Meşhur hadis imamlarına yakın olması
Güvenilir hadis kaynaklarına nispet edilmesi
Vefat tarihi daha erken olan raviden gelmesi
“Semâ”i daha önce olan raviden rivayet edilmesi
İsnadın ehemmiyeti muhaddişleri âli isnad arayışına sevketmiş, hadis müellifleri kendi dönemlerinde elde edebilecekleri âlî isnadlara ulaşabilmek için her türlü olumsuz şartlara katlanarak yoğun gayretler sarfetmişlerdir; öyle ki, hicrî III. asırda bile sulâsî/üç ravili isnadla hadis elde etme başarısını gösteren âlimlerin varlığı bilinmektedir. Nitekim Buhârî (o. 256/869) hicri üçüncü asırda yaşamış olmasına rağmen bir tesbite göre, sulâsî rivayet zinciri ile yirmi iki adet, diğer bir tespite göre de yirmi üç adet hadis elde edebilmiştir. Buna karşılık Buhârî’nin dokuz râvi vasıtasıyla rivayet ettiği hadisler/tusâiyyât vardır ki, sulâsî senedle gelen pek az sayıdaki rivayete nispetle bunlar Buhârî’nin nâzil isnadlarıdır.
Müslim (o.261/874), Ebû Dâvud (o.275/888) ve Neşâî’nin (o.303/915) Hz. Peygamber’den sulâsî senedle gelen rivayetleri mevcut değildir. İbn Mâce’de (o.279/892) bir miktar, Dârimî’de (o.255/869) işe on beş adet sülâsî senedle gelen hadis bulunduğu belirtilmektedir. İbn Hacer, Müslim’de tesbit ettiği kırk adet âlî isnadı, Buhârî’deki benzer rivayetlerle karşılaştırmıştır ki, bunların isnadlarının çoğu humâşî (beş râvili) ve şubâî (yedi râvili) dir. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde ise sulaşî senedle gelen üç yüz otuz üç adet hadis tesbit edilmiştir. Bu sayıya mükerrer rivayetler dâhil değildir.
Yine muhaddişlerin zaman zaman, “Falandan hadis almayan şu kadar hadisten, filandan hadis almayan şu kadar hadisten mahrum olmuştur” gibi sözler söyledikleri görülmektedir. Nitekim Ebû Zur’a (o.264/877) şöyle demektedir: “Kim Muhammed b. Hayyân’dan hadis almamışsa on bin hadise ihtiyacı vardır.” Ebû Zur‘a’nın bu sözünden Muhammed b. Hayyân’in senedi farklı ön bin hadise sahip olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü o devirde bir âlimin, başkalarının bilmediği metni farklı ön bin hadisi bildiğini düşünmek imkânsizdir. Dolayısıyla muhaddişlerin hadis sayılarını ifade ettikleri rakamların, hadislerin metinleriyle değil, tarıkleriyle alâkalı olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
5. Esahhü’l-eşânîd
Âli isnad elde etme arayışları ve hadislerin mutâbeât ve sâhidlerini bir araya toplama çabalarının yanısıra, en sahih rivayetleri elde etmek de arzu edilmiştir. Bu sebeple meşhur muhaddişlerin hadislerini elde etmek çok kıymetli sayılmıştır. Bu durum, hadis derleyen müelliflerin bu ilimdeki derecesini belirlemek açısından da önemli bir ölçü kabul edilmiştir. Hatta Sufyân, Şu’be, Mâlik, Hammad b. Zeyd ve İbn ‘Üyeyne’den müteşekkil beş kişinin hadislerini bir araya toplayamayan muhaddişler, iflas etmiş (müflisun fi’l-Hadis) olarak nitelendirilmişlerdir. Bu sebeple de muhaddişler “esahhü’l-eşânîd”e ülasabilmek amacıyla bu gibi meşhur imamların hadislerini bir araya toplayabilmek için yoğun çaba sarfetmişlerdir.
Esahhü’l-eşânid, isnadların en sahihi demektir. Aynı manada “eşbetu’l-eşânid” (isnadların en sağlamı) ya da “ercahu’l-eşânîd” (İsnadların en çok tercih edileni) terimleri de kullanılmaktadır. Nitekim Ahmed b. Hanbel “esahhü’l-eşânid” yerine “ecvedu’l-esanîd” tabirini de kullanmış ve en sahih isnadın, Zuhrî < Sâlim < Abdullah b. Ömer olduğunu belirtmiştir. Esahhü’l-eşânid (isnadların en sahihi) teriminin zıttı olarak “evhâ’l-eşânîd” (isnadların en zayıfı) tabiri de kullanılmaktadır.
En sahih isnad anlayışı, râvilerin durumuna, âlimlere ve beldelere göre değişmektedir. Mesela, Ahmed b. Hanbel’e göre yukarıda zikredilen sened en sahih iken, Yahya b. Maîn’e göre en sağlam sened, A’mes < İbrahim en-Nehâî < Alkame < Abdullah b. Mes’ud tarıkıdır.
Buhârî işe, en sahih isnadın, Mâlik < Nâfi < Abdullah b. Ömer olduğunu söylemektedir.
Beldelere göre en sahih kabul edilen bazı isnadlar ise şunlardır: Mekkelilerin en sahih isnadı: Sufyan b. Üyeyne < Amr b. Dînar < Câbir b. Abdillah; Medinelilerin esahhü’l-esanîdı, İsmail b. Ebi Hâkim < Abide b. Sufyân < Ebû Hüreyre; Yemenlilerin en sahih saydıkları ise, Ma’mer b. Râsid < Hemmam b. Münebbih < Ebu Hüreyre; Samlıların en sağlam senedi: Abdurrahman b. Amr < Evzaî < Hassan b. Atiyye < Sahabî ; Mısırlıların, Leys b. Sa’d < Yezid b. Ebî Hadid < Ebu’l-Hayr < Ukbe b. Âmir isnadıdır.
İbn Teymiyye’ye göre, beldeler arasında başta Medine, daha sonra Basra, sonra da Şam ehlinin rivayet ettikleri hadislerin esahhü’l-eşânîd olduğu hususunda âlimler ittifak etmişlerdir.
Görüldüğü gibi esahhü’l-eşânîd kabul edilen isnadlar, çeşitli bakış açılarına göre değişmektedir. Her hadis âliminin veya belde halkının en sahih kabul ettiği isnad, ya rivayetlerine ya da aralarından yetişen meşhur hadis imamlarına göre diğerinden farklılık göstermektedir.
SONUÇ
İsnad sistemi hadis ilmine ait bir uygulamadır. Hiçbir ilimde hadis sahasındaki şekliyle bir isnad sistemi geliştirilememiştir. Muhaddişlerin, gerek hadislerin sıhhatini tespit etmek bakımından gerekse hadislerin ancak ehil olanların eline geçmesini istemeleri sebebiyle hadislerin metninden çok belki de senedleriyle ilgilendiklerini söylemek mümkündür. Şüphesiz Hz. Peygamber’e en kısa ve en güvenilir bir senedle ulaşan hadis diğerlerine göre daha değerli kabul edilmektedir. Bu sebeple âlî isnad elde etme çabası içerisinde olan râviler ve hadisçilerin sayısı oldukça kabarıktır. Onların bu gayretleri sayesinde pek çok hadis kaybolmaktan kurtulmuş ve yalancıların uydurdukları rivayetler de gün ışığına çıkartılmıştır.
Diğer taraftan hadislerin rivayetinde isnadın birinci asırda mı, ikinci asırda mı kullanıldığını tartışan bir takım müsteşrikler ise, hadislerin rivâyetindeki bu titizlik, disiplin ve sistem karşısında kendi mukaddes kitaplarının bile bu derece muhafaza edilip intikal ettirilemediğini düşünmüş olmalıdırlar.
Bugün hadisler kitaplarda isnadlarıyla birlikte yazılı olarak bulunmaktadır. Fakat rivayet ve nakil sırasında hadisin isnadı yerine, yer aldığı kaynak belirtilmek durumundadır. Zira bugün artık kaynağı belirtilmeyen ve sağlam kabul edilen klasik hadis kaynaklarında yer almayan rivayetlerin, senedleriyle dahi zikredilmesi bir anlam taşımamaktadır. Bugün için isnadın yerini artık hadis kaynakları almış bulunmaktadır. Dolayısıyla geçmişte muhaddişlerin isnad konusunda gösterdikleri çaba ve dikkat bugün en azından hadis kaynağı seçiminde gösterilmelidir.
Yrd.Doç.Dr. Mustafa KARATAŞ*