Hükümlerin asıl kaynağı Kur’ân ve sünnettir. Kitapta ihtilaf yoktur fakat sünnetin tevatur yoluyla gelen ve şöhret derecesine ulaşmış olanı geçerlidir. Sünnet, Kur’ân’i neshedemez. Sünnetsiz fıkıh, fıkıhsiz sünnet olamaz. Bir hadisle amel etmeyi terk etmek, hadisi inkar etmek anlamına gelmez; amel etmediğimiz bir hadisi de pekâlâ kabul edebiliriz. Kur’ân a yönelmeli ve ona öncelik vermeliyiz. Kur’ân-i Kerîm’i az, hadisleri çok okumayı dengesiz beslenmeye benzetebiliriz. Akıl ve nakil ile sabit olan dinin gerçeklerine, senedi zayıf olan ya da metni illetli olan hadisler istikamet veremez. İşlâm’i insanlığa katiksiz olarak semavî bir mesaj halinde sunmalıyız.
Anahtar Kelimeler: Kur’ân, Sünnet, Hadis, Fıkıh, Anlayış, Şahîh Hadis
SUMMARY
CONTEMPORARY WRİTER MUHAMMAD GAZALİ
AND HİS OPİNİONS ON THE HADİTH AND SUNNA
The Qur’an and Sunna are the main references of religious regülations. There iş no dispute on the Qur’an. However, Sunna iş acceptable on condation that it must be başed upon the widespread relating (tewatur) and has the değree of famous hadith (meşhur). The rules of the Qur’an aren’t been ınvalid by the Sunna. Also Fiqh cannot considered without Sunna and Sunna without Fiqh. İt doesn’t mean to deny a hadith, when we abandon the living according to it aş it iş possible to accept a hadith without using ıt ın our daily life. We must, first of all, observe the Qur’an ın our life and accept it aş a primiry source. If we read the Qur’an rarely and the hadith exteremely, it looks like malnutrition. The hadiths which have uncertain isnads and of which texts have some problems don’t guide toward the thruths of religion başed on wisdom and revelation. We must present İslam to mankind aş pürely divine and celestial message.
Key Words: Quran, Sunna, Hadith, Fiqh, Understanding, Authentic Hadith
***
GİRİŞ
Muhammed Gazâlî, son dönemde yetişmiş önemli bir ilim ve fikir adamıdır. Hayatı boyunca düşüncelerini ifade etmekle kalmamış, bu uğurda çeşitli girişimlerde bulunarak, etkileyici bir portre çizmiştir. Bu nedenle çağdaş bir yazar olduğu kadar davetçi kimliği ile de dikkat çekmektedir. Gazâlî’ye göre İşlâm’in temel kaynaklarına yaklaşım ve İşlâmî ilimler sahasında yazılmış eserlere giren bir takım yanlış rivâyet ve görüşler, müslümanların bugün içinde bulunduğu durumla yakından alakalıdır. Bu bağlamda ona göre hadisler ve sünnet yeniden gözden geçirilmeli ve uzaklaştırılmış olduğu orijinal şekline tekrar döndürülmelidir.
Gazâlî, ihyacı kimliğinin tezahürü olarak nitelenebilecek düşüncelerini her fırsatta seslendirmiş ve hayatını bu yola vakfetmiştir. Özellikle eş-sünnetu’n-Nebeviyye Beyne Ehl-i Fikh ve’l-hadis adlı eseri, hadis ve sünnet alanında son zamanlarda tartışılan konuların yeniden alevlenmesinde ve akış bulmasında büyük rol oynamıştır. Bu yüzden Gazâlî’nin söz konusu eserinin yanısıra, hadis sahasındaki görüşlerinin de bilinmesi ve objektif olarak ortaya konulması önemlidir.
A. HAYATI VE ESERLERİ
1. Hayatı
22 Eylül 1917 yılında Mısır’ın Buhayra şehrine bağlı bir köyde doğan Gazâlî, çocuk yaşta Kur’ân’i ezberledi ve kendisini dinî ilimlere verdi. İlk tahsilini İskenderiye Dini İlimler Enstitüsü’nde tamamladıktan sonra, 1937’de Ezher Üniversitesi Üsûluddîn Fakültesine kaydoldu ve 1941 yılında buradan mezun oldu. 1943 yılında Kahire’de Atabe Camii imam ve hatipliğini üstlendi. Muhammed Gazâlî, Hasan el-Bennâ ile birlikte çeşitli faaliyetlerde bulunarak İhvân-i Müslimîn Teşkilatı’nın kurucuları arasında yer aldı. Gerek Ezher Camii’nde gerekse Mısır’ın büyük camilerinde yıllarca verdiği vaaz ve hutbelerinde Hasan el-Bennâ’dan sonra başta Hasan el-Hudeybî olmak üzere ihvanın önde gelen kadrosuyla fikir ayrılığına düşünce 1953 yılında teşkilattan ayrıldı ve ömrünün sonuna kadar bir daha hiçbir cemaatle organik bir ilişkiye geçmedi.
Mısır Vakıflar Bakanlığı’na bağlı olarak Ezher Camii vâizi ve bütün camilerden sorumlu müsteşar denebilecek düzeyde görevlerde bulundu. 1977 yılında Mekke Ummu’l-Kurâ Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak çalıştı. Daha sonra Katar Üniversitesi öğretim üyeliği ve Cezayir Emir Abdülkadir Üniversitesi ilim heyeti başkanlığı görevlerini yürüttü. 1989 yılında bu görevinden ayrıldı. Son yıllarda Amerika’da faaliyet gösteren Uluslararası İşlâm Düşüncesi Enstitüsü’nün Kahire Bilim Kurulu Başkanlığı’nı yaptı.
Düşüncesinin ana eksenine Kur’ân ve sünneti oturtarak İşlâm’i tebliğ etmeyi kendisine görev edinen Gazâlî, başta İşlâm dünyası olmak üzere dünyanın birçok ülkesini gezdi, Afgan işgâlinden Bosna-Hersek olaylarına ve Arap-İsrail savaşlarına kadar hemen her konuda yazılar yazdı, konferanslar verdi ve ilmî faaliyetlerde bulundu. Müslümanların bireysel ve toplumsal sorunlarını gerek hutbelerinde gerekse eserleri ve konferansları aracılığıyla gündeme taşıdı.
Son dönemlerinde haftalık neşredilen Seyyidetî dergisinde de davetçi kimliğiyle yazılar yazdı. İşlâm davetinin hemen her alanında eser veren Gazâlî’nin bugüne kadar altmışa yakın eseri yayımlandı. Bunlardan bir kısmı ise, değişik dillere tercüme edildi.
Muhammed Gazâlî 9 Mart 1996 yılında Riyad’da katıldığı bir konferans esnasında rahatsızlanarak vefat etti ve Medine’de Bakî mezarlığına defnedildi.
2. Eserleri
Çok sayıda yayımlanmış eseri bulunan Muhammed Gazâlî’nin “Fikhu’s-Sîre” adli eseri Türkçe’ye çevrilmiş olup Rîsâle Yayınları tarafından neşredilmiştir. Yine “Huluku’l-Müslim” adli eseri de Müslümanın Ahlaki adıyla Ribat yayınlarından, “eş-Sünnetu’n-Nebeviyye Beyne Ehli’l-Fikh ve Ehli’l-Hadîs” adli eseri ise, İslamî Araştırmalar tarafından Fakihlere ve Muhaddişlere Göre Nebevî Sünnet adıyla neşredilmiştir. Ayrıca “el-Cânibi’l-Âtifî mine’l-İşlâm” adli eser, İşlâm’in Manevî Boyutu adıyla; “Keyfe Nefhemu’l-İşlâm” isimli eseri, İşlâm’i Nasıl Anlamalıyız adıyla ve “Turâşuna’l-Fikrî fî Mîzâni’s-Şer’i ve’l-Akl” isimli eseri de, Düşünce Mirâsimiz adı altında ve “et-Tefsîrü’l-Mevdûî li’l-Kur’âni’l-Kerîm” isimli eseri Kur’ân-i Kerîm’in Konulu Tefsiri adıyla Sûrâ Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılmış bulunmaktadır. “et-Tefsîrü’l-Mevdûî li’l-Kur’âni’l-Kerîm” Gazâlî’nin en son çalışmasıdır. Ayrıca Muhammed Gazâlî ile Ömer Ubeyd Hasene arasındaki tartışmalı ilmi toplantı “Keyfe nete’âmel meâ’l-Kur’ân” adında derlenmiş ve Emrullah İşler tarafından yapılan Türkçe çevirisi Kur’ân’i Anlamada Yöntem adıyla Şule Yayınları tarafından neşredilmiştir. Gazâlî’nin eserlerinden bazılarının isimleri aşağıda zikredilmektedir. Tespit edebildiklerimizin baskı yeri, tarihi ve sayfa adedi de belirtilmiştir.
1) Fikhu’s-Sîre, Dimask, Darü'l-Kalem, 1989, 478 sayfa.
2) Maallah Dirâsât fi’d-Da’veti’d-Duât
3) Huluku’l-Müslim, Darü'l-Kutubi'l-İslamiyye, 1989, 230 sayfa.
4) Akîdetu’l-Müslim nsr. Abdullah b. İbrahim Ensari, Doha, İdaretu İhyai't-Turası'l-İslam, 1983, 275 sayfa.
5) Keyfe Nefhemu’l-İşlâm
6) Teemmülât fi’d-Dîn ve’l-Hayât
7) Nazarât fi’l-Kur’ân
8) İslam ve’l-İstibdâdu’s-Siyâsî
9) Leyse Mine’l-İşlâm
10) Ceddid Hayatek
11) el-İşti’mârü Ahkâd ve Atmâ
12) et-Taassub ve’t-tesâmüh beyne’l-Mesîhiyyeti ve’l-İşlâm, Darü'l-Kutubi'l-Arabiyye, [t.y.] 239 sayfa.
13) Ma’reketu’l-Mushâf fi’l-Âlemi’l-İşlâmî
14) el-İşlâm ve’t-Tâkâtu’l-Muattale
15) Hukûku’l-İnşân Beyne Teâlîmi’l-İşlâm ve İ’lâni’l-Umemi’l-Müttehide
16) Hâza Dînunâ, Doha, İdaretu İhyai't-Turası'l-Kadim, 1983, 282 sayfa.
17) eş-Sünnetu’n-Nebeviyye Beyne Ehli’l-Fikh ve Ehli’l-Hadîs, Kahire, Darü's-Sürük, 1984, 160 sayfa.
18) Turâşuna’l-Fikrî fî Mîzâni’s-Şer’ ve’l-Akl, Beyrut, Darü's-Sürük, 1991, 202 sayfa.
19) Difâ' ani'l-Akîde ve's-Şerîa Zidde Metâini'l-Müsteşrikîn, Matbaatu Hassan, 1988, 261 sayfa.
20) ed-Da'vetu'l-İslamiyye, Zâtu's-Selâsil, 1980, 235 sayfa.
21) Hutabu’s-Şeyh Muhammed el-Gazâlî fi suuni’d-din ve’l-hayat, İ-V, Kahire, Darü’l-İ’tişam, [t.y.].
22) Hakikatü'l-kavmıyyeti'l-arabiyye, Kahire, Darü'l-Kutubi'l-hadise, 1977, 272 sayfa.
23) el-Hakku'l-mer, Beyrut, Darü'l-Çil, 1994, 144 sayfa.
24) el-İslam fi vechi'z-zahfi'l-ahmer, Kuveyt, Mektebetu'l-Emel, 1966, 209 sayfa.
25) el-İslam ve'l-menahicu'l-iştirakiyye, Kahire, Darü'l-Kutubi'l-Arabiyye, 1951, 183 sayfa .
26) Kadaya'l-mer'e beyne't-tekalıdı'r-rakide ve’l-vafide, Kahire, Matbuat-ı Atai, 1992, 218 sayfa .
27) Nahve tefsiri mevzui li-suveri'l-Kur’âni'l-Kerim, Kahire, Darü's-Sürük, 1996, 552 sayfa.
28) Keyfe neteâmel maa’l-Kur’ân, yay. haz. Ömer Ubeyd Hasene. -Mansüre: Darü'l-Vefa, 1992, 240 sayfa.
29) Muskilat fi tarıkı'l-hayatı'l-islamiyye, Beyrut, Darü's-Sürük, 1983, 134 sayfa.
30) Rekaizu'l-iman beyne'l-akl ve'l-kalb, Kuveyt, Mektebetu'l-Emel, 1967, 364 sayfa.
31) Müslim’s character, Kuveyt, International İslamic Federation of Student Organizations, 1992, 240 sayfa.
32) et-Tarık min huna, Kuveyt, Vezaretu'l-Evkaf Ve's-Suun, 1994, 152 sayfa.
33) A Thematic commentary on the Qur’an : (Sürahs : 1-9), Translated by Ashur A. Shamis. - Herndon: International Institute of Islamic Thought, 1997, 1. c. (204 sayfa).
34) A Thematic commentary on the Qur’an, Translated by Ashur A. Shamis; Revised and edited by Zaynab Alawiye. -Herndon: International Institute of Islamic Thought,1999, 2. c. (204 sayfa).
B. HADİS VE SÜNNETE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ
Gazâlî hadis ve sünnete bakışını, “Benim amacım sünneti kendisine katılmış fazlalıklardan temizlemektir. Yine benim amacım, Cumartesi günü ilim tahsiline başlayan, Pazar günü ilim öğretmeye koyulan, Pazartesi günü üstad kesilen, Salı günü ise büyük imamlara meydan okuyarak ‘onlar insandı biz de insanız’ diyen iddiacılardan İşlâm kültürünü korumaktır!” sözleriyle özetlemektedir. Bu ifadeleriyle Gazâlî, bir yandan sünneti, sonradan sokuşturulmuş yanlışlardan arındırarak orijinal haline döndürmeyi gündeme getirirken, diğer yandan önceki âlimlerin ve klasik kaynakların da yok sayılamayacağını ve göz ardı edilemeyeceğini vurgulamaktadır. Gazâlî, “Kaynağının duruluğunu bulandıran yabancı ve zararlı maddelerin kültürel mirasımızdan ayıklanması, büyük bir ilmî çabayı gerektirmektedir. İslam’ın ele aldığı mesele ve hükümlerde ifade ettiği hak ve yakîn o zaman daha iyi anlaşılmış olacaktır” şeklindeki tespitiyle de ilmî çalışmalara ağırlık verilmesini önermektedir.
Gazâlî, hadis ve sünnetin bugünkü vechesini eleştirdiği kadar, bu alanda neler yapılması gerektiğini, hadis ve sünnetin hangi metotlarla ve nasıl süzgeçten geçirileceğini de ortaya koymaktadır. Hadis ve sünneti yeniden formüle etmek ise kaynaklara dönmeyi gerektirmekte ve kaynaklara dönmek de, bunların nasıl yorumlanacağı ve anlaşılacağı üzerinde fikir birliğini zorunlu kılmaktadır. Çoğu âlimin fikir birliği gösterdiği “hadisi yeniden gözden geçirme” hususu, bu işlemin merkezidir.
Diğer yandan Gazâlî müslümanların çıkmazlarının metot değil, anlama problemi olduğunu ileri sürmektedir; zira müslümanların bilgi kaynakları tarih boyunca gerektiği şekilde korunmuş ve pek çok metot da uygulamalı olarak denenmiş, bu tecrübe ve birikim günümüze tevarüs etmiştir. Bundan dolayı günümüzde yapılacak çalışmalar, anlama yöntemi üzerinde yoğunlaşmalıdır. Eserleri incelendiğinde Gazâlî’nin hadis ve sünnete yönelik tenkit, teklif ve yaklaşımlarının bu eksen üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir.
Mısır’da hadisi yeniden değerlendirmeye yönelik benzer yaklaşımlar, sağlam isnadı olan çoğu hadisin içerik olarak tenkit edilmeye ihtiyaç duyduğunu ileri süren Resid Rıza’ya (o. 1354/1935) kadar götürülebilir. Resid Rıza, hadisleri teolojik olarak itiraz edilebilir olduğunda veya akılla ya da dinin genel ilkeleriyle çatışır gözüktüğünde reddetmiştir. Muhammed Gazâlî’nin sünnete ilişkin yazıları, bu bakış açısının elden geçirilmiş şeklidir. Aslında bu metot, klasik hadis tenkit sistemi içinde vardır. Ona göre bu sistem doğru olarak anlaşıldığında, bir hadisin sadece rivâyet zincirini gözden geçirmeyi değil, bozuklukları tespit için hadis metninin de gözden geçirilmesi gerektiği görülecektir. Gazâlî’nin konuyla ilgili görüşlerini genel olarak hadis ve sünnet başlıkları altında toplamak mümkündür.
1. Hadis
Gazâlî her defasında âyetlerin üzerinde yeniden düşünülmesini, araştırma yapılmasını ve hadislerin Kur’ân’la bağlantısının yeniden gözden geçirilmesini önermektedir. O, müslümanların asıl meselelerini bırakıp teferruatla uğraştıklarını, “Şüphe aptesti bozar mı bozmaz mı? Ahirette Allah’ı görmek mümkün mü değil mi? İmamın kıraatı cemaat için yeterli olur mu olmaz mı?” gibi faydasız tartışmalarla emperyalizmin tuzağına düştüklerini ifade etmektedir. Gazâlî’nin hadislerle ilgili görüşlerini ait olduğu başlıklar altında özet olarak vermeye çalışacağız.
a. Hadis Kitaplarının Durumu
Buhârî (o. 256/870) ve Müslim’in (o. 261/875) şahîhlerini de yer yer eleştiren Gazâlî, Şahîhayn dışında Sünen-i Erbea adı verilen Ebû Dâvûd (o. 275/888), Tirmizî (o. 279/892), Neşâî (o. 303/915) ve İbn Mâce’nin (o. 273/886) sünenleri hakkında farklı yaklaşımlarda bulunmakta ve özellikle de Ahmed b. Hanbel’in (o. 241/855) Müsned’indeki tartışmalı hadisleri ele almaktadır.
aa. Kutub-i Sitte
Hz. Peygamberin çoğu hadislerini içine alan altı hadis kaynağı, hicrî üçüncü yüzyıl başlarında kaleme alınmış eserlerdir. Kitapları yazanlar bu alanda otorite olan kimselerdi. Hz. Peygamberin sözleri geçen iki yüz yıllık dönemde dilden dile halk arasında dolaşıyordu. Bunların bazıları yazılı metin haline getirildiği halde diğer bazıları da, hadis hafızları tarafından muhafaza ediliyordu. Çoğu zaman ise halk, şahîh hadis ile şahîh olmayanı birbirine karıştırıyordu. Görülen o ki, bu güzide hadis imamları hicrî ikinci yüzyılın sonlarına doğru ellerine ulaşan hadisleri aldılar. Yine görülüyor ki, İmam Buharî, hadis araştırmasında ve seçiminde diğerlerine göre çok daha titizlikle ve itina ile hareket ederek hadis toplamıştır. Buharî’nin gözden kaçırdığı bazı şahîh ya da başka hadisleri Buhârî’den başkası tespit etmiş olabilir. Nitekim Buhârî de, ikinci yüzyılda İmam Malik (o. 179/795) ve Ebû Hanife’nin (o. 150/767) gözünden kaçan hadisleri elde etmiş ve toplamış olabilir. Zira hicrî ikinci yüzyıl içinde Buhârî’den önce İmam Mâlik ve Ebû Hanife yaşamışlardı.
Altı hadis kaynaklarını hazırlayan zatlar, kendilerini büyük bir mirasın önünde buldular. İmam Buharî hadisin zaptına ilişkin esaslara en sadık kalandır. Buhârî, hadisin kabul edilir, alınabilir olması noktasında ravilerin birbiriyle buluşmuş olmalarını (likâ) şart görür ve ona göre hadisini alır. Bunun yanında doğal olarak ravilerin birbirinin çağdaşı olmasını da şart koşar. İşte Şahîh-i Buhârî böyle bir süzgeçten geçerek oluşmuştur. İmam Müslim ise hadis alımında biraz daha müsamahakar davranmıştır. O ravilerin çağdaş olmalarıyla yetinmiş, birbiriyle buluşma şartını aramamıştır. Kutub-i Sitte’nin geriye kalan dört eseri Sünenler ise, şahîh hadisleri içerdiği gibi, “hasen”, “zayıf” ve “mevzû” hadisleri de içermektedir. Buna rağmen bu dört kaynak, Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inden daha dikkatli hazırlanmıştır.
Buhârî ve Müslim’in Şahîhlerinde yer alan bir hadis tevatur derecesine ulaşırsa bununla o şey kesin sabit olmuş olur. Yani “katiyyussubût” olması nedeniyle bunda herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Fakat Şahîh-i Buhârî’de ve Şahîh-i Müslim’de yer aldığı halde, âhad yölla rivâyet edilen hadislere gelince; Bu konuda İbnu’s-Salah (o. 643/1245), “Buhâri ve Müslim’in ya da bunlardan birisinin tahriç ettiği hadisin şahîhliği kesindir” demektedir. Ne var ki, çoğu âlimler bu görüşe katılmamaktadır. Hatta İrâkî (o. 806/1403), “Muhakkik âlimler İbnu’s-Salâh’a muhalefet ettiler” demektedir. İbnu’s-Salâh’in böyle bir görüşü ileri sürmesi, ümmetin bu iki kaynağa fevkalade olumlu gözle bakmalarından, Buhârî ve Müslim’in eserlerinin şahîhliği konusunda oluşan içmâdan kaynaklanıyor. Çünkü yaygın kanaate göre bu iki kaynakta yer alan her hadis, hem sened, hem de metin açısından şahîhtir. Ancak âlimlerin çoğunluğu, “ümmetin bu iki kitabın sıhhati konusunda ittifak ettiği” görüşüne katılmamakta, ittifak sözünden, bu iki kaynaktaki hadislerle amel edilmesinin câiz görüleceğinin anlaşılması gerektiğini belirtmektedirler.
Üzerinde tartışılacak çok hadis var. Benim kaidem şudur: Ben bir hadisin kesin ilmî ya da tarihî hakikat ile çeliştiğini gördüğüm zaman reddederim. Buhârî ve Müslim’de yer alsa da... Buhârî ve Müslim masum müdür? Ben yeni bir mantık geliştirmiyorum. Bu mantığın temellerini atan, büyük âlimlerimizdir. Şahîh hadisi bize şartlarıyla tarif edenler onlardır. Buna göre; râvi âdil zabt sahibi olacak, senedi muttasıl olacak, metni de sazz ve illetten beri olacak. Sazz olması, sıka bir râvinin kendisinden daha sıka bir raviye muhalefet etmemesidir. Buhârî, bir âyeti “ve’z-zekeri ve’l-Unsâ” diye rivayet ederse, ben ona hayır derim. Çünkü Kur’ân, âyetin “Vemâ halaka’z-Zekera ve’l-Unsâ” öldüğünü söylüyor. Buhârî, sözkonusu âyetin Abdullah b. Mes’ud kıraatine göre olduğunu rivayet etmiştir. Âlimler bu rivayetin sazz olduğunu söylemiş ve hiç iltifat etmemişlerdir. Diğer hususlarda da böyledir. Kesin bilgiye muhalif olan hadisler tabii olarak itibardan düşecektir.
Diğer yandan Buhârî ve Müslim’in Sahihlerinde yer alan “Hiç kimse ameliyle Cennete giremez, dediler ki: Sen de mi, Yâ Resûlallah!? Buyurdu ki; evet ben de. Ancak Allah beni lütuf ve rahmetiyle kuşatmıştır...” şeklindeki hadis, gaflet ehlinin uydurması olup Hz. Peygamber’e karşı yapılmış bir saygısızlıktır. Kaldı ki bu hadis, Kur’ân-i Kerîm’in pek çok âyetine de ters düşmektedir. Nitekim Araf 43., Nahl 32., Zühruf 72-73., ve Ahkâf Süresi 13-14. ayetlerinde ve diğer bir çok âyette, Cennete insanların ancak amelleri sayesinde girebilecekleri belirtilmektedir.
ab. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i
Ahmed b. Hanbel, İslam’ın zirvedeki değerli âlimlerinden ve müctehitlerinden biridir. Müsned'i yaklaşık otuz bin hadis içermektedir diyen, Muhammed Gazâlî, bunlar arasında içinde asılsız olanların varlığından kuşkusu bulunmadığını şöyle ifade etmektedir: “Gerçek şu ki, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde kabul olunamayacak metinler yer almaktadır. Âlimlere düşen görev de bu konuda uyarıda bulunmaktır.” Nitekim Müslim’in Şahîhinde ve Sünenlerde yer alan ve yine Ahmed b. Hanbel’in Müsned’ine aldığı Ebû Hüreyre’den rivâyet olunan bir hadise göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: “Annem için mağfiret dilemek üzere Rabbimden izin istedim. Ancak bana izin vermedi. Sonra annemin kabrini ziyaret etmek istediğimde bunun için bana izin verdi.”
Bu hadis, Kur’âni-i Kerim âyetlerine aykırı düştüğü için “sâz” bir hadistir. Çünkü yüce Allah, “Biz elçi göndermedikçe azap edecek değiliz” , “Bu böyledir, çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir” , “Ve senden önce onlara bir uyarıcı göndermemiştik” , “Hayır, o senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmı, doğru yola gelirler umuduyla uyarman için Rabbin tarafından sana indirilen bir gerçektir” buyurmaktadır.
Görülüyor ki, Hz. Peygamber’in annesi hiçbir peygamberin gönderilmediği fetret döneminde yaşamıştır. Kendisine bir uyarıcı peygamber gelmemiş ve böyle bir şeyi biliyor da değildir. Bu âyetler de açıkça gösteriyor ki, annesinin azap görmesi sözkonusu değildir. Hz. Peygamber’in annesi için mağfiret isteğinde bulunmasının reddedildiğini ifade eden hadis “sâz”dir ve diğer hükümlere aykırıdır. Bununla amel olunmaz. Çünkü âhad haberler, Kur’ân üzerine takdim olunamaz.
Bu hadisin bir başka şekli Müsned’de zayıf bir isnadla Ebû Rezin’den rivayetle gelmektedir. Ebû Rezîn diyor ki, Resûlullah’a, “Ey Allah’ın Resûlu! Annem nerede? diye sordum. Hz. Peygamber, “Annen ateştedir” buyurdu. Ben de “O halde ailenden daha önce ölmüş olanlar nerede” diye sordum. Hz. Peygamber, “Senin annenle benim annemin beraber olmasından hoşlanmaz mısın? buyurdu.” Bu hadis, zayıf olmasının yanısıra yukarıdaki gibi “sâz” bir hadistir. Herhangi bir kimsenin, Kur’ân’in önemine gölge düşüren hadislerin doğru olup olmadığı üzerinde düşünmeksizin doğruluğunu kanıtlamaya kalkışması beyinsizliktir. Bu türden rivâyetler basit, önemsiz ve zayıf rivâyetlerdir. Onların aksine ben bu tür rivâyetleri reddedilmiş değişik rivâyetler sayarım.
Örneğin, “müâvizeteyn” (Nas ve Felak) sürelerinin Kur’ân’da olmadığına dair rivâyeti İbn Mes’ud’a (o. 32/652) nispet etmek gülünç değil midir? Yani İbn Mes’ud gibi bir zat kalkacak, “Nas ve Felak süreleri Kur’ân’dan değildir”, diyecek. Bu hiç olacak şey midir? Doğrusu “zayıf” ve “mevzû” rivâyetlerde işi bu dereceye kadar vardırmak dehşet vericidir. Ne yazık ki, İbn Kesir (o. 774/), Ahmed b. Hanbel'in bu rivâyetini tefsirine almıştır. Oysa İbn Kesir tefsiri, esere (rivâyet ya da hadise) dayalı tefsirlere kaynaklık eden bir tefsirdir. Bu tefsirde, Zirr'den gelen rivâyete göre, Zirr diyor ki: Ubey b. Ka'b bana, "Ahzab süresini nasıl (nereden) okuyorsun veya okuduğun bu sürenin âyet sayısı ne kadar?" diye sordu. Ben de, "73 âyet" dedim. O da "Asla, ben Ahzab süresini gördüm. Gördüğüm kadarıyla da, bu süre, Bakara suresine denk bir süredir...” dedi.
Bu, sakat bir sözdür. Yani yüce Allah, kırk sayfayı dolduran bir vahiy indirecek, sonra da bu vahiyden 34 sayfasını eksiltecek ya da kısacak, geriye sadece altı sayfalık bir vahiy bırakacak öyle mi? Bu bir saçmalıktır. Keşke rivâyet edilmeseydi. Kaldı ki Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde hem önemsiz rivâyetler, hem de atılması gereken uydurmalar vardır. Benim uyarım şu noktada olacaktır; Kur’ân’a ilişkin gelen bilgilerin bu türden hikayelere ve saçmalıklara tahammülü yoktur.
Ben zaman zaman şöyle düşünmüşümdür: Müsned turu eserlerin sahipleri, her bulduklarını not etmek suretiyle eserlerini önce müsvedde halinde kayda geçirdiler. Fakat saçma rivâyetleri ayıklama imkanı bulamadan öldüler. Haliyle bu türden rivâyetler de bu müsnedlerde yer almış oldu. Bunun örneklerinden birini yine Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde görüyoruz. Hz. Aişe’den (o. 58/678) yapılan bir rivâyete göre, o şöyle demektedir: “Recm ve on kez emzirme ile ilgili âyetler inmişti. Hepsi de bir yaprakta benim evimde divanımın altında bulunuyordu. Hz. Peygamber rahatsızlanınca onunla meşguldük. Bu sırada bize ait bir koyun içeri girdi ve o yazılı yaprağı yedi.”
Gümârî diyor ki, “Bu haber “sâz” ve “munker”dir. Hem de oldukça iğrenç bir rivâyettir. Şiddetle reddi gerekir. Çünkü tılavetin (okunan Kur’ân’in) “nesh”i muhaldir. Kaldı ki, bu rivâyetin kabul edilir bir tarafının bulunmamasının bir yönü de şudur: Eve bir koyun girecek, bu koyun evde içinde yazılı bir yaprağı yiyecek, fakat bunu kimse bilmeyecek. Doğrusu bunu hiçbir akıl almaz. Bu da kesinlikle reddedilen batıl bir şeydir. Diğer yandan “nesh”in caiz olduğu görüşünü kabul edenlere göre, bir koyunun eve girip evde bulunan ve “nesh” edilmiş olan bir Kur’ân’i (Kur’ân’dan bir kısmı) yediğini caiz saysaydık, bu durumda bu köyünün aynı zamanda “nesh” edilmemiş bir Kur’ân âyetini yemiş olması da caiz görülür, kabul edilebilirdi. Durum böyle olunca da Kur’ân-i Kerîm’e olan güven ortadan kalkardı. Zira başka bir yaratık da Kur’ân’dan bir şeyler yemiş olabilirdi. Oysa Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kur’ân’i kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.”
Diğer taraftan Aziz ve Celil olan Allah, kitabında kesin olarak tüm âlemin altı günde yaratıldığını bildirmektedir. Böyle kesin bilgi olmasına rağmen nasıl olur da bir kimse dalgınca davranır ve “yaratılan varlıklar yedi günde yaratılmışlardır” diye hadis rivâyet edebilir. Sonra da kalkıp herkesin bildiği Kur’ân gerçeğinden oldukça uzak bir şekilde yaratılış olayı etraflı ve detaylı bir şekilde anlatılacak, olacak şey değil!
İmam Müslim’in, Ebû Hüreyre’den rivayetle aktardığı bir hadis, açıkça Kur’ân’la çelişmektedir. Sözkonusu hadise göre Resûlullah (a.ş.) şöyle buyurmuştur: “Allah toprağı (yeri) Cumartesi günü yarattı. Ondaki dağları Pazar günü yarattı. Ağaçları Pazartesi günü yarattı. Hoş karşılanmayan (mekruh) şeyleri Salı günü yarattı. Nuru (ve aydınlığı) Çarşamba günü yarattı. Canlıları da Perşembe günü dağıtıp yaydı. Hz. Adem’i de Cuma günü ikindiden sonra, ikindiyle gece vakti arasındaki bir zamanda yarattı.”
Ne var ki, Ahmed b. Hanbel de bu hadisi eserinde zikretmiştir. Halbuki bu hadis Kur’ân’in gerçeklerine aykırıdır. Çünkü hadise göre yeryüzünün ve onda var olan şeylerin yaratılması olayının yedi gün içinde gerçekleştiği bildirilmektedir. Oysa Kur’ân-i Kerîm, yer ile göğün altı gün içinde yaratıldığını bildiriyor.
b. Şahîh Hadis
Şahîh hadis; “adalet” ve “zabt” sahibi birisinin, senedin sonuna kadar –yine kendisi gibi kimselerden- “sâz” ve “illet”ten uzak olarak yaptıkları rivâyettir. Âlimler buradaki sâzliği, sıka/güvenilir bir râvinin kendisinden daha sıka olana muhalefeti olarak açıklamışlardır. Peki bu durumda herhangi bir hadis Kur’ân’a muhalif ise onu kabul mu edeceğim, yoksa red mi edeceğim? Bu soru benden çok önceleri âlimlerin hatırına gelmiş ve cevap aramışlardır. Meselâ, Malikî mezhebinin kurucusu İmam Malik’i ele alalım, onun Medine ehlinin ameline ters düşen hadisleri terk ettiğini görüyoruz. Nitekim o, Fâtiha’dan önce okunan duayı bildiren âhad haberi kabul etmemiştir.
Bir hadisin isnadının şahîh olması, metnin şahîh olduğu anlamına gelmez; zira isnadın şahîh olması gereği, hadisin sıhhat şartlarından sadece biridir. Yoksa hadisin sıhhati için tek şart değildir. Çünkü hadis tüm yönleriyle şahîh olmalıdır. Buna, “senedin bir illetinin olmaması”, “saz ve munker olmaması” gibi tüm şartlar dahildir. Muhaddişlerin herhangi bir hadis için kullandıkları “şahîhu’l-isnad” (isnadı şahîh) ifadeleriyle, “şahîhtir” ifadeleri arasında fark vardır. Üstelik büyük fark vardır. “Şahîhu’l-isnad” diye belirtilen bir hadis, “şahîh” diye belirtilenden daha aşağı derecededir. Çünkü birincisi söz konusu olunca, o hadisin sened yönünden şahîh olduğu dikkatimize sunulmakta, metin açısından öyle olmadığı bildirilmektedir. Oysa “şahîh” ifadesiyle hem sened hem de metin açılarından hadisin sıhhatinden söz edilmektedir.
Hadis âlimleri, bu alanda derin araştırmalara girmişler, şahîh hadisin durumunu tespite çalışmışlardır. Böyle bir hadis, hem senedi hem de metni şahîh olan hadis demektir. Peki böyle bir hadisin şahîhliği Hz. Peygamber’e nispet olunabilir mi? Ya da işin hakikati açısından ve vakıaya göre kesinlikle Hz. Peygamber’e nispet olunabilir mi? Eğer hadiste kesinlik yoksa ilim gerektirmez. Fakat böyle bir hadisle amel etmek gerekir. Hadis hakkında kesin hükmü verdiğimizde ise artık ilim (yakîn bilgi) gerektirir. İbn Hazm’in (o. 456/1063) da aralarında bulunduğu hadisçilerden bir gurup âlim, Âhad ve şahîh, aynı zamanda da kesin olan bir hadis, hem ilim hem de ameli birlikte gerektireceği görüşündedir.
İmam Safiî (o. 205/820), Bakıllanî (o. 403/1012), İrâkî (o. 806/1403), gibi ehl-i fıkıh ve ehl-i hadisten bir gurup âlim ise, “Biz bu şahîh bir hadistir, derken buradan çıkarabildiğimiz ve varabildiğimiz sonucu söylemek istiyoruz. Çünkü burada isnadın zahirine bakarak amel ediyoruz. Yoksa hadisin kesin olarak şahîhliği söz konusu değildir,” demektedirler. Tabi ki, burada sözü edilen görüşler “âhad” hadislerle ilgilidir. “Mütevâtır” hadiste ise kesinlik vardır. Böyle bir hadis hem kesin bilgi, hem de amel gerektirir. Bu, tüm İşlâm âlimlerin ittifak ettikleri bir konudur.
Bazı kimseler, insanı vehme düşürdüğünde, o hadisin manasından bu vehmi gidermedikçe sahih hadisin rivayetine dahi izin vermemişlerdir. “Hiç kimse cennete ameli ile giremez...” hadisi bunun örneğidir.
c. Uydurma Hadisler
Muhammed Gazâlî mevzû/uydurma hadisler konusunda Naşirüddin el-Elbânî (o. 1999) ve Abdullah Sıddîk el-Gümârî’den etkilenmiş ve onların ortak noktalarını kendisine ölçü olarak almıştır. Kendisi de bu durumu şu sözleriyle açıkça ifade etmektedir: “Hadis ilimleri alanında çalışma yapan iki büyük zat olan Şeyh Elbânî ve Şeyh el-Gümârî’nin görüşlerine katılıyorum. Bu iki zattan çok değerli bilgiler edinmiş bulunuyorum.”
Muhammed Gazâlî, Mustafa eş-Sibâî'den (o. 1964) alıntı yaparak hadislerde uydurmanın varlığını gösteren delilleri şöyle sıralamaktadır:
1) Senedde uydurma alametleri
a. Hadisi rivâyet edenlerin yalancılıkla tanınan kimseler olması.
b. Uyduranın itiraf etmesi.
c. Ravinin kendisiyle buluştuğu sabit olmayan bir hadis bilgininden rivâyette bulunması, ya da hadis şeyhinin ölümünden sonra ondan dinlemişçesine rivâyette bulunması veya hadisi kendisinden dinlediğini ileri sürdüğü hadis âliminin bulunduğu yere hiç gitmediğinin sabit olması.
d. Bazan hadis ravisinin durumundan ve ruhsal halinden uydurma olduğu anlaşılabilir. Mesela, “un helvası hadisi” de buna bir örnektir: “Un helvası bele kuvvet kazandırır.” Bunu hadis diye uyduran kişi, un helvası yapıp satan Muhammed b. Haccac Mahâî'dir.
2) Metinde uydurma alametleri
Bir hadis sened yönünden şahîh olsa bile önce onu metin yönünden değerlendirmek gerekir. Metindeki uydurma alametleri de şu durumlarda anlaşılabilir:
a. Sözde zayıflık ve yavanlık: Arap dilinin inceliklerini bilen bir kimse, bu tür uydurma metinlerde yavanlığı hemen yakalar. Çünkü Arapçayı fesahat ve belagat bakımlarından en iyi bilen Resûlullah’tan yavan ve zayıf bir sözün çıkabileceği düşünülemez. Sıradan Arapça bilenden bile hata beklenmezken, tüm iyi konuşanların en iyi Arapça konuşanı Hz. Peygamber’den böyle bir ifade hiç beklenebilir mi?
b. Mana bozukluğu: Öyle ki, hadiste sözü edilen şeyler düşünebilenlere aykırı gelir. Bunun başka türlü yorumu yoktur. Ayrıca genel hüküm ve ahlak kaidelerine uygun değildir. Sehevi duyguları kamçılar veya uygun olmayan bir şeye davet eder. His ve müşahedeye aykırıdır. Ya da tarihte kesin olarak bildirilen bir gerçeğe zıt bir şey içerir veya Allah’ın kanununa aykırıdır.
c. Tevil ve yorum kabul etmeksizin Kur’ân'in açık ve kesin hükmüne aykırı olması: Mütevatır olan kesin sünnetin açık hükmüne muhaliftir. Veya Kur’ân ve sünnetten alınan genel kurallara aykırıdır.
d. Hadisin ravisinin aşırı mezhep taassubuna sahip birisi olması ve muhtevanın ravinin mezhebini övmesi.
e. Hadisin içerdiği kapsam açısından oldukça büyük bir kesim tarafından aktarılagelmesi ve bunun oldukça yaygınlık kazanması gerekirken, büyük bir topluluk içinde meydana geldiği söylenen olayın şöhret bulmayıp sadece bir tek kimse tarafından rivâyet edilmesi.
f. Hadisin küçük bir fiile ya da ise, oldukça büyük bir sevabı içermesi veya ufak bir hataya oldukça şiddetli bir azap ya da ceza tehdidi yöneltmesi.
İşte hadis tenkidi için İslam âlimlerinin ortaya koyduğu en önemli kurallar ve şahîh hadisi uydurma olanından ayırt eden yollar bunlardır. Uydurma hadislere örnek olarak şu rivâyetler zikredilebilir:
Ahmed b. Hanbel, Enes b. Mâlik’ten rivâyetle Mâlik, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Aşkalan, iki gelin güveyden biridir. Kıyamet gününde, bunlardan yetmiş bin kişiyi hesaba çekmeden kaldıracak, yine buradan elli bin kişiyi şehid olarak kaldıracak. Aziz ve Celil olan Allah’a heyetler halinde gelecekler. İçlerinde şehid safları... hepsinin kesik kafaları ellerinde olarak gelecekler. Şah damarlarından kanlar aka aka... Bunlar: “Ey Rabbimiz! Bize peygamberlerin aracılığıyla vaat ettiklerini de ikram et. Şüphesiz sen verdiğin sözden caymazsın” diyecekler. Yüce Allah da bunun üzerine, “Kulum doğru söyler. Onları beyaz ırmakta yıkayın. Oradan tertemiz arınmış bir şekilde ve bembeyaz olarak çıkacaklar. Böylece cennette diledikleri gibi serbestçe dolaşacaklar.”
Oysa Hz. Peygamber döneminde Aşkalanlılar İşlâm’a girmemişlerdir. İşin garip tarafı Aşkalanlı olan İbn Hacer el-Aşkalanî (o. 852/1448), bu tür hadisleri oldukça ateşli bir şekilde savunmuş, bu hadisleri şahîh göstermeye çalışmıştır. İbn Hacer’e bunu çok görmemek gerekir. Çünkü Garanık hadisini de doğrulatan ve şahîhliğini bildiren bu zattır. Böylece büyük bir ser kapısını açmıştır.
Garanık hadisesini oryantalistler uydurmadılar. Onu bizim aramızdan şuur ve takvadan yoksun kimseler ürettiler. Keza “Resulullah Zeyneb’e aşık oldu” yalanını da bizim âlimlerimiz ortaya attı. Çok düşük ve değersiz olmasına rağmen onu rivâyet edenler bizim içimizden çıktı.
Maalesef bir yığın zayıf hadis, İşlâm kültür ufuklarını kara bulutlarla doldurmuş, bir o kadar da sahih hadisin manasına tahrif hakim olmuş veya karışmıştır. İşte bütün bunlar, hadisleri Kur’ân’in delalet ettiği manalardan uzaklaştırmıştır.
d. Hadislerin Kur’ân’a Arzı
Şahîh hadisin bir takım şartları vardır. Bunların en önemlilerinden birisi de “İlleti kâdiha bulunmamasıdır.” Bu şartlar herkesçe malumdur ama önemli olan bu şartların uygulanmasıdır. Hadislerin doğru anlaşılabilmesi için fakihlere ihtiyaç vardır. Pek çok meşhur hadisçi bile hadisleri anlamakta güçlük çekmiştir. Nitekim Şahîh-i Buhârî sârıhlerinden Fethu’l-Bârî’nin müellifi İbn Hacer de zindıkların uydurduğu Garanık hâdışesine eserinde yer vermiştir. Şeyh Muhammmed b. Abdullah da, İbn Hacer’e güvenerek Rasulullah hakkında yazdığı siretinde bu olayı bahis konusu etmiştir. Sonunda Selman Rüştü adındaki serseri kitabına Şeytan Ayetleri ismini verirken bu yalan hadise dayanmıştır.
Diğer yandan Hz. Peygamber’in denizde yolculuğu yasakladığına dair senedi zayıf bir hadis uydurdular. Hadis kitaplarında zikredilen bu hadiste “Hac, umre ve Allah yolunda cihada gitmek dışında kimse denizde yolculuk yapmasın!” denilmektedir. Ebû Dâvûd’un rivâyet ettiği bu hadis nasıl oldu da uyduruldu? Ben bu sözü reddettim ve doğru olmadığını söyledim. Adeta ümmet Kur’ân’i anlamadığı gibi dinî bilgilerin elde edildiği kaynakları da bozmaya çalışmıştır. Ümmetin başına bela açan bu ve benzeri uydurma nice hadisler sünnetle ilgili kitaplarda bulunmaktadır.
Fıkıh âlimleri sünnete karşı olmamışlardır, aksine onları süzgeçten geçirmişlerdir. Sahabe ve tabiûnun da metodu bu idi. Hz. Aişe, “Yakınlarının kendisine ağlaması sebebiyle ölü azap duyar” hadisini işittiğinde Peygamberin böyle bir şey söylemediğine yemin ederek bunun yersiz olduğunu ispat sadedinde, “Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez” âyetini hatırlatmıştır. Ne var ki, Hz. Aişe tarafından reddedilen bu hadis, hala şahîh hadis kitaplarında yer bulmaktadır. Hatta İbn Sa’d (o. 230/844) et-Tabakatü’l-Kübra adlı eserinde senedleriyle bu hadisi tekrar tekrar zikretmiştir.
Biz tashihi mümkün olan bir hadisi zayıf saymaya can atan biri değiliz. Biz sadece Kur’ân’in yakın ve uzak delaletlerinden oluşan bir alan içerisinde muamele görmesinden yanayız. Sünnetsiz fıkıh, fıkıhsiz sünnet olmaz. Hanefi fikhi, insan hakları konusunda daha duyarlıdır. İmam-ı Azam “Bir kafir için bir mümin öldürülemez” şahîh hadisini terk ederek zimmî ve ehl-i emân’in öldürülmesi hakkındaki âyeti esas almış ve öldürene kısas uygulanacağını söylemiştir.
Cezayir’de bir genç kalktı ve okuduğu hadislerde aslını bulamadığı için insanlar arasında ticaret mallarından zekat verilmeyeceğini ilân etti. Halbuki okuduğu hadisin asli yoktu. Buna ilâveten ziraat ürünlerinden sadece buğday, arpa, hurma ve üzümden zekat verileceğini söyledi; sanki dünya sadece Necd, Tihame ve Hicaz’dan ibaret!
İşlâm’in omuzlarımıza yüklediği teklifleri öğrenerek, hangi miktar ve hangi cins maldan zekat verileceği konusunda her şeyden önce niçin Kur’ân’i esas almıyoruz? Hadisle uğraşanlara Kur’ân’la uğraşmak zor geliyor ve dolayısıyla İşlâm’i anlamakta isabetli davranmıyorlar; garip rivâyetlere takılıp kalıyorlar. Mesela, Hz. Musa’nın ölüm meleğinin gözünü çıkarmasını savunmak gibi gülünç duruma düşüyorlar. Senedi şahîh olsa bile bu rivayetin metni illetlidir. Bunu savunmak sadece bir zorlamadır.
e. Âhad Hadisler
Âlimler sünneti ikiye ayırmışlardır.
1) Tevatur yoluyla gelenler
2) Âhad yölüyla gelenler
Tevatürün tanımı şöyledir: Bu tür haberleri bildiren raviler sayıca o kadar fazladır ki, doğal olarak bunların bir araya gelip aynı konuda yalan söylemek üzere anlaşmaları imkansızdır. Ancak bu çoğunluk, hemen her tabakada, yani işin başında, ortasında ve sonunda da sürmeli ve gerçekleşmiş olmalıdır.
Bir başka tanım da şöyledir: Mütevatır haber, bir rivâyetin Hz. Peygamber’den sana ulaşmasında arada hiçbir kopukluğun olmamasıdır. Bu rivâyet neredeyse görülüp duyulur hale gelmeli, bu kesin kanıyı vermelidir. Bu, sayısız bir topluluğun rivâyeti, bildirimi, aktarımı olup, bu topluluğun bir araya gelip yalan üzerinde anlaşmaları imkansız olmalıdır. Çünkü sayıca çöktürlar, hepsi doğru ve âdildir ve de değişik yerlerde bulunmaktadırlar. Bu durum hem işin başında, hem ortasında, hem de sonunda, tıpkı başta olduğu gibi sürer gider. Meselâ, Kur’ân-i Kerîm’in bize ulaşması, beş vakit namaz, rekatların sayısı, zekat miktarları gibi. Bunlar mütevatırdır, inkarı küfürdür.
İşte bir haberin Hz. Peygamber’den geldiğine dair durumun tespit edilmesiyle kesinlik kazanan tevatur, yukarıda anlattığımız gibidir. Fakat gelen haber (hadis) tekrar yoluyla veya bazı tabakalarında da olsa rivâyet edenlerin sayısının azalmasıyla gelmişse, böyle bir haberin Resulullah’tan bize kesin olarak ulaştığı söylenemeyeceği gibi, bu tür bir haber mütevatır de olamaz. Bu tür haberlere “âhad” haber denir. Çünkü haberin Hz. Peygamber’e ulaşmasında bir şüphe vardır. Dolayısıyla bu anlamdaki bir haber “yakîn”, yani kesinlik belirtmez. Doğrusu âhad hadislerin rivâyeti eğer bir şey ifade edecekse bu da, zandan başkası olamaz.
Âhad hadis şahîh olabilir. Ancak âhad hadisin şahîh olması demek kesin şahîh anlamına gelmez. Bu tür bir hadis, ister Buharî ve Müslim’de yer alsın, isterse bu ikisi dışındaki başka kaynaklarda bulunsun fark etmez. Âhad hadisin şahîhliği, zann-ı gâlip ile sabittir. Böyle bir hadis mütevatır olmadıkça veya destekleyici karinelerle beslenmedikçe kesinlik kazanmaz.
“Mütevatır hadis nasıl ‘yakîn’ ifade ediyorsa, ‘âhad’ hadis de ‘yakîn’ ifade eder” sözü aklen ve naklen “metrûk” bir ölçüsüzlük örneğidir. Bu görüş sebebiyle bazı şahîh rivâyetlerden ilk anda anlaşılana muhalif çeşitli hükümlerin kabulüne alışmış bulunmaktayız. Makbul olmayan âhad haberlerin özellikleri şöyle sıralanmıştır:
1) Aklın hükmüyle çelişir
2) Kur’ân’in sabit ve muhkem hükmüyle çelişir. Metruk haber, Kur’ân’in sabit ve muhkem nassından elde olunan hükümle çelişirse red olunur. Ancak haber Kur’ân nassından delaleti zannî olan bir hükümle çelişirse reddolunması gerekmez.
3) Malum bir sünnetle çelişir. Bir sünnet zannî yoldan değil, ilim yoluyla sabit ve kesinse böyle bir sünnetle çelişen âhad haber alınmaz.
4) Âhad haber, ilim yoluyla sabit olan sünnet gibi geçerli bir fiille çelişirse makbul değildir.
5) Herhangi bir kesin delille çelişir
6) Âhad bir haber, başka bir âhad haberle çelişirse; Ancak bu ikinci haberin sıhhatinin bize göre ya aklın ya Kur’ân’dan bir nassin ya da başkaca sabit haberlerin veya içmâin veyahut başka sabit ve malum olan delillerin delalet ve işaretiyle sıhhatinin sabit olduğu haberlerden olması gerekir.
Birbiriyle veya diğer bazı ilmî ya da aklî gerçeklerle uyuşmaz gözüken rivâyetlerin bazı muteber hadis kitaplarında yer almış olmasına gelince; bu konuda dikkatten kaçırılmaması gereken bir nokta bulunmaktadır. O da hadis tasnifçilerinin bir arşiv uzmanı gibi arşivlemeye layık gördükleri her belgeyi, o belgeleri kendi uzmanlıkları açısından değerlendirecek araştırmacılara ulaştırmayı esas almış olmalarıdır. Bunun faydaları tartışılmamakla beraber bazı rivâyetlerin temel kriterlere başvurulmadan alınması, – mesela, Kur'ân'daki kat'ı bir delille çelişmemesi kuralı gözardı edilerek – şahîh hadisler ve ona bağlı olarak dinin bütünü üzerinde kuşkular uyandırmaya çalışan düşmanların eline koz vermiştir.
Yusuf el-Kardâvî de İhtilaflar Karşısında İşlâmî Tavır isimli kitabında âhad bir hadisi reddeden kimsenin hiçbir âlim ve fakihçe tekfir edilmediğini, şayet bir âhad hadisi reddeden hiçbir delile sahip olmadan reddediyorsa hakkında söylenebilecek en ağır sözün bid'at veya sapıklıkla nitelemek olduğunu belirtiyor ve konuyla ilgili şu örnekleri veriyor:
Ehl-i sünnet âlimleri; cennette Allah'ın görüleceğini ifade eden meşhur hadisleri, Peygamber efendimize sihir yapılması olayını hikaye eden hadisleri... vb. birçok şahîh hadisi inkar eden haricileri ve mütezileyi bundan dolayı tekfir etmemişlerdir. İbn-i Kuteybe (o. 276/889) Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis adlı kitabında bu hadisleri ele almış ve eleştirilere cevap vermiştir.
Başkalarının şahîh gördüğü bir hadisi, kendisi şahîh görmediği için reddeden nice âlimler vardır. Çerh ve ta'dilde imam Yahya b. Maîn (o. 233/847), Buhârî ve Müslim'in kitaplarında naklettikleri "sadakanın farzları" ile ilgili hadisleri kabul etmemiştir. Müminlerin annesi Hz. Aişe’nin de Kur'ân'in zahirine muhalif gördüğü bazı hadisler hakkında özel görüşleri vardır. O, bu hadisleri dinleyen sahabîleri, Allah Resulü’nden iyi dinlememek ve hadisi alırken dikkatli olmamak gibi suçlarla itham ederek reddetmiştir. Bu duruma örnek olarak şu hadisler verilebilir:
"Ölüye, ardından ailesinin ağlaması nedeniyle azap edilir." Hz. Aişe, birden fazla sahabenin rivâyet ettiği bu hadisi "Hiç kimse başkasının günahını yüklenmez" âyetiyle çelişir görmüştür. Allah Resulü’nün Bedir kuyusu başında dikilerek kuyuya atılmış Küreys'in ileri gelenlerine isimleriyle seslendiğini ifade eden hadisi de "Sen kabirde olanlara işittiremezsin" âyetine aykırı görmüştür. Buna karşın ne sahabeden, ne de sonraki nesillerden hiç kimse müminlerin annesi Hz. Aişe’yi zayıflıkla, ya da zevcesi Allah Resulü’nün sünnetini reddetmekle suçlamamıştır.
Bir haramı ya da farzı ispat etmede, âhad hadisin başlı başına bir delil olup olmadığı konusunda âlimler farklı görüşler ortaya koymuşlardır. İmam Şafii ve ona bağlı olanlar, namaz, oruç, hacc ve zekat gibi ameli hükümleri inkar edenlerin kafir olacağını, fakat ilahiyat, risalet, ahiret ve gayblerle ilgili (mesela Mehdi hadisleri) haberleri içeren ilmî hükümleri inkar edenler olursa, bu kimselerin küfre girmeyeceklerini söylerler. Çünkü “ahkâm-i ilmiyye” denilen meseleler, ancak Allah’ın kitabından veya Resulunun mütevatır sünnetinden (hadis) kesin bir delil ile sabit olur.
Hanefiler ve onlara tâbi olanlar ise, âhad olan hadisin bir farzın ya da haramın ortaya konmasında başlı başına bağımsız bir delil olamayacağını, bu vacip, ister amelî anlamda, ister ilmî anlamda bir farz olsun fark etmeyeceğini savunurlar. (Hanefi imamlarının bu görüşüne rağmen ilmihal kitaplarında midye-istakoz yenilmesinin haram kılınması gariptir! Buna göre, âhad bir hadisle gelen bilgiyi inkar edenlerin kafir sayılamayacaklarını söylerler. Nitekim Hanefi fikhi usulcüleri bunu benimsemişlerdir. Pezdevî (o.483/1090) der ki: "Âhad hadisle yakîn (kesin) bilginin elde edilebileceği iddiası batıldır, geçersizdir. Çünkü âhad haber kuşkusuz ihtimallidir. Bir yerde ihtimal varsa, orada yakîn bilgi olamaz."
İmam Sâtibi de (o. 790/1388) el-Müvâfakât isimli kitabında şu görüşe yer veriyor: "Sünnet, bir farzı ve haramı kendi başına ispata yetkili değildir. Sünnetin görevi, Kur'ân'in genel olan lafzini tahsis etmek, mutlak olanı takyid etmek kapalı olanı açıklamaktır. Bu hususların da mutlaka mütevatır hadislere dayanmaları gerekir. Aksi halde âhad hadis bu hususta geçerli delil olamaz."
Selmân Fârisî'den Hz. Peygamberin şöyle dediği rivâyet edilir: "Helal Allah’ın kitabında helal kıldığı şeydir. Haram da Allah’ın kitabında haram kıldığıdır. Hakkın sükut ettiği, bir şey söylemediği ise sizin için affedilendir "
Sâtibî de, "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ululemre (idareciler) itaat edin" âyeti üzerine cumhûrun söylediklerine karşılık şu cevabı veriyor: "Söz konusu ayetten çıkan sonuç şudur: Allah’ın Resulüne itaatin vacip oluşu, O'nun genel hükmü tahsis etmesi, mutlak hükmü kayda bağlaması ve mücmel (anlaşılmaz gibi) olanı tefsir etmesidir.”
İşte mütevatır hadis de budur. Hz. Peygamber’in getirdiği herşeyin Kur'ân'dan olması gerekir. Çünkü Hz. Aişe’nin “Onun ahlâki Kur'ân idi” şeklindeki ifadesi bunu gösteriyor. Yine sünnet bir bütün olarak Yüce Allah’ın, "...Ayrıca bu Kitabı da sana, herşey için bir açıklama bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için de bir müjdeci olarak indirdik" (en-Nahl, 16; 89) kavlinin anlamına dahildir, bunun içindedir. Nitekim Sâtibî bunu yüce Allah’ın, "Biz o Kitap'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" (el-En’am, 6; 38) ayetiyle teyid etmektedir.
Diğer taraftan Hz. Peygamber’den rivâyet olunan, "Pek yakında biriniz çıkıp şöyle konuşacak: İşte Allah’ın Kitabı. Onda yer alan helal şeyleri biz de helal kabul ederiz. Onda yer alan haramları biz de haram sayarız. Dikkat edin, benden kime bir hadis ulaşır, o da bunu yalanlarsa kesinlikle Allah ve Resulunu yalanlamış demektir.” şeklindeki hadisi, âyet reddediyor.
Önce bu hadisin ravileri arasında Zeyd b. el-Hubâb bulunuyor. Bu adam çok hata yapan ve yanılan biridir. Bundan dolayı bu kişiden Buhârî ve Müslim bir tek hadis bile rivâyet etmemiştir. Müsellemu’s-Şubût ile Tahrîr adlı kitaplarda şu ifadeler yer alır: “Vahid haber yakîn (kesinlik) ifade etmez. Bu konuda hadis ister Buhârî ve Müslim'de yer alsın, ister başka kaynaklarda yer alsın fark etmez.”
Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi bir şeyi farz ya da haram kılmak ancak yakînî (kesinlik taşıyan) anlamındaki, şubûtu ve delaleti de kat'î olan bir delil ile sabit olur. Bu durum sünnete nispetle ancak mütevatır olan hadislerle gerçekleşebilir. Sünnet bir şeyi farz kılmada bağımsız değildir. Mutlaka o şeyin fiilen olması veya Kur’ân’a bağlanması gerekir. Buna göre kim, bir farzı veya haramı ortaya koymada sünnetin bağımsızlığını kabul etmezse, o kimse ancak üzerinde imamların ihtilafa düştükleri, farklı görüşler ortaya koydukları şeyi inkar etmiş olur. Yoksa zaruri olarak bilinmesi gereken bir şeyi inkar etmiş sayılamaz ve bundan dolayı da tekfir edilemez.
2. Kur’ân ve Sünnetin Anlaşılması
Kur’ân’da yaklaşık on yerde geçen hikmet kavramı, sünnet karşılığı olamaz. Hikmet, Kur’ân öğretilerinden elde edilen şey”, başka bir deyişle, her şeyi yerli yerinde değerlendirmektir.
Kur’ân-i Kerîm’i az, hadisleri çok okumak… Bu durum İşlâm’in gerçek yüzünü aksettirmez. Aksine bu hareketin kötü beslenmeye benzediğini söyleyebiliriz; zira bedeni ve aklı oluşturan unsurlar arasında bir denge sağlamak gerekir.
Şahîh-i Müslim’deki “Her azı dışlı hayvanın yenilmesi haramdır” şeklindeki hadisin şerhi yapılırken Kur’ân-i Kerîm’i bilmemenin insanı ne denli aşırı noktalara taşıdığını gördüm. Bu hadisin En’am süresi 145. âyetini neshedebileceği son derece zayıf ve gülünç bir iddiadır.
Bizim özellikle tavsiyemiz Kur’ân’a dönmek ve Kur’ân ile Kur’ân üzerinde düşünmek ve Kur’ân’a dikkat çekmektir. Hadis ilimlerini okurken Kur’ân’in manalarıyla hadisi iç içe götürmek gerekir. Ancak kişi, Allah’ın âyetleri önünden rüzgar gibi geçip gider ve fakat bazı hadisler üzerinde gereğinden fazla duracak olursa işte bu doğru değildir. İnsanın Kur’ân önünde kör, fakat hadisler önünde gözlerini son derece açması caiz değildir. Nitekim bu konuda hiç de hoş karşılanmayacak sözler de işitmiyor değiliz. Adamın biri çıkıyor, “Kitabın (Kur’ân’in) sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kitaba olan ihtiyacından daha fazladır” diye konuşuyor. Bu dengesizliktir ve yanlış bir değerlendirmedir. Biz hem Kur’ân’a, hem de sünnete birlikte inanırız. Kitabın asıl, yani birinci temel kaynak, sünnetin de fer’î, yani ikinci dereceden bir kaynak olduğuna inanırız. Aynı zamanda Hz. Peygamber’in kesin olarak gelen hadislerine de inanırız. Bu kesinlik ancak hadisin hem sened hem de metin bakımından olması halinde geçerlidir.
Kur'ân'in korunması sünnetin de korunmasını içine alır. Çünkü sünnetin Kur'ân'i takyid ve tahsis edici olduğu konusunda ihtilaf yoktur ve sünnet Kur'ân'in açıklayıcısı, güvenilir bekçisidir; keyfi yorumlara tabi tutulmasını önler. Genel anlamda sünnet reddedilemez ve sünnetin ortadan kalkması demek, ondan boşalacak yerin sünnetin tam zıddı olan “bid'at”le doldurulması demektir. Şayet sünnet bütünüyle reddedilebilir olsaydı, bizler için Allah Resulunde güzel örnekler olduğunun bildirilmesi abes olurdu ki; yüce Allah bundan münezzehtir. Yine Kur'ân'da defalarca Resüle itaat emredilmekte ve inananların aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Resulü hakem tayin edip , verdiği hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan kabul edip teslim olmadıkları sürece tam mümin olmadıkları beyan olunmaktadır.
İşlâm’i kılıç dini olarak takdim etmeye çalışanlar var. Bu konuda hadis naklediyorlar. Bu gün ümmet çocukça düşüncenin elinde kalmıştır. Daveti güzelce yapabilmek için peygamberi iyi tanımak gerekmektedir. Savaşmadan önce İşlâm’a davet etmek gerekir. Benî Mustalık’la yapılan baskını örnek vermek hatadır. Nafi - Allah onu bağışlasın - hata etmiştir. O, hanımlara yaklaşma konusunda da yanlış anlayışa sahiptir. Zayıf olmasına rağmen Nâfî’nin rivâyetleri itibar görmüştür. İşin garibi çağımız âlimlerinden Elbânî de İşlâm’da savaşın özelliklerini anlatırken Nâfi’nin rivâyetini terk ettiğim ve diğer rivayetleri tercih ettiğim için beni eleştirmiştir.
Hatalarımızı, ayıplarımızı görüp tartışmamız lazım... Bugün Batılılar çalışkan, müslümanlar tembeldirler. Dünya nerede, Araplar nerede? Dünya medeniyet yarışı yaparken, biz fakirlik ve zuhd edebiyatı yapıyoruz. Allah selamet versin Munzirî (o. 606/1209) et-Tergib ve t-Terhib adli eserinde bu tür hadislere çokça yer ayırmıştır. Fakirlik ve zuhdu teşvik eden hadislerin hepsi zayıftır. Her şeyden önce bu hadisler, Kur’ân’in mantığına aykırıdır. Fakirliği savunmak zina ve faizden daha büyük günahtır. Zengin sahabîlerin İşlâm’a pek çok yararları olmuştur. Bu tür hadislerin söylenme maksadı iyi araştırılmalıdır.
Hadisler, Kur’ân’in ölçüsüne vurulur, ona göre değerlendirilir. Sünnet Kur’ân i neshedemez. Bir yığın zayıf hadis İşlâm kültür ufuklarını kara bulutlarla doldurmuş, bir o kadar da şahîh hadisin manasına tahrif hakim olmuş veya karışmıştır.
Kuşkusuz dinî bir hüküm, diğerleri bir tarafa bırakılarak sadece bir hadisten çıkarılamaz. Önce hadisler bir araya toplanır, sonra toplanan bu hadisler Kur’ân’in gösterdiği mana ile karşılaştırılır; zira Kur’ân bir çerçevedir. Hadisler onun çevresi içinde iş görür, bu sınırı tasamaz. Sünnetin Kur’ân aleyhine hüküm verdiğini veya onun hükümlerini neshettiğini iddia eden kimse aldanmıştır.
a. Kadın Hakları
Ehl-i hadis, kadının diyetini erkeğin diyetinin yarısı kabul ederken, fakihler eşit kabul ederler. Nitekim Hanefî fikhi de kan ve diyetler konusunda insanlar arasında eşitliği esas kabul etmiştir.
Dul ve bakirenin evliliğinde izin ve yetki konusu da yanlış anlaşılmıştır. Sâfî ve Hanbelîler kızın gönlü olmadan evlendirilebileceğini savunmuşlar, Hanefîler ise kadına kendi seçimiyle evlenme hakkı vermişlerdir. Birinci görüş kadının şahsiyetini küçük düşüren bir anlayışın yansımasıdır.
Avrupa’da kadınlar eşleriyle kendi başlarına karar vererek evlenirler. Bu hususta hiç taviz vermezler. İmam Mâlik ile Ahmed b. Hanbel’in görüşlerini göz önünde bulundurarak, Avrupalıların bu görüşleri taklit etmelerini kendilerine zorunlu kılmak durumunda olamayız.
Diğer taraftan kadınların peçe takmaları bugün için mahzurludur. İyi bir görüntü olmamaktadır. Sonra böyle bir emir de yoktur. Hac ve namazda yüzler zaten açıktır. Üstelik hac sırasında açmak vaciptir. Kaldı ki, bazı hadislerden sahabe hanımlarının yüzlerinin açık olduğunu anlıyoruz. Nitekim, Buhârî hadisinde bayram namazında erkek ve kadınlar namazgahta toplanırlar ve Resûlullah (a.ş.) kadınlara hitaben şöyle buyurur: “Ey kadınlar! infak ediniz; zira çoğunuz cehennem ödünüdür.” Bunun üzerine kadınlar arasından al yanaklı bir kadın oturduğu yerden şöyle- der: “Bizler niçin cehennem ödünü olacakmışız ?” Hz. Peygamber de cevaben şöyle der : “Çünkü sizler çok sıkâyet eder ve nankorce davranırsınız ! ” Bu hadiste ravi kadının al yanaklı olduğunu nasıl anladı? Bu ancak kadının yüzünün açık olmasıyla anlaşılabilir.
Kur’ân-i Kerîm’de, “Mü’min kadınlara şöyle: ...Baş örtülerini yakalarının üzerine ortsünler” denilmektedir. Eğer yüzü örtmek gerekiyorsa “Başlarınızı yüzlerinizle beraber örtün” denilmesi gerekmez miydi? Cahiliyye devrinde ve İşlâm döneminde bazı kadınların gözlerini peçe ile örttükleri bilinen bir gerçek ise de, bu sadece âdettendir. İbadet ise ancak nass ile sabit olur.
Kadınların kocalarından ziyaret vs. için izin almaları konusu da istismar edilmiş ve kadına baskı aracı olarak kullanılmıştır. Bu konudaki uygulamalar İşlâmî değildir. Biz İşlâm’i sadece ürperti veren bir surette takdim ettik. Meşhur davetçilerden biri bir hutbesinde, ‘Kadın evinden, bir evlenirken, bir de kabre giderken çıkar’ der sonra da bir hadis zikreder. Şöyle ki;
Bir kadının babası hastadır. Babasını ziyaret etmek için kadın kocasından izin ister ve fakat kocası izin vermez. Babası öldüğünde cenazesinde bulunmak için kadın tekrar kocasından izin ister, kocası yine izin vermez...
Hatip diyor ki; kadın hadiseyi Resûlullah’a anlatınca efendimiz şöyle dedi: “Allah kocana itaat etmen sebebiyle babanı bağışladı!..”
Dinimiz böyle mi takdim edilir? Kadın Allah’ın emrettiği sıla-i rahim’i terketsin diye hapsedilir mi? Bu, “Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk cahiliyye devri kadınlarının açılıp saçılarak, zinetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin...” âyetini bir adamın ahmakça yorumlamasından başka bir şey değildir!..
Asr-ı saadet’te kadınlar bugün olduğundan çok daha fazla hakka sahiplerdi. Hicret farz kılındığında kadınlar da hicret ettiler. Senelerce peygamberin mescidinde namazlarını kıldılar. Cephede savaştılar. Fakat son asırlarda kadının konumu kötüleşti. Kendisine cehalet ve toplumdan dışlanma zorunlu görüldü. Mirasını alamadı. Evliliği konusunda çok nadir görüşü soruldu. İşlâm adına horlandılar. İşin ilginç tarafı da ümmetin içinde bulunduğu bu kargaşanın sebebi olarak İşlâm gösterildi. Asıl dehşet verici olan ise, İşlâm’i müdafaa eden ve onun adına konuşan kimselerin, tevarüs eden bu keşmekeşi savunmaya kalkışmalarıdır.
Hz. Ömer (r.a.) Medine çarşısının hisbe/zabıta görevini Sıfâ isimli kadına verdiğinde, onun bu yetkileri çarşıdaki erkekleri de kadınları da kapsamaktaydı. O kadın helale helal, harama da haram diyerek adaleti ikame eder, anlaşmazlıkları engellerdi.
İbn Hazm, devlet başkanlığı dışında kadının her türlü görevi üstlenebileceğini, bunda mahzur görmediğini söylemiştir. İbn Hazm’in bu sözünün “İşlerini kadınlara bırakan milletler mahvolur” hadisiyle çeliştiğini söyleyenler çıkabilir. Hadis sened ve metin açısından şahîhtir, fakat hadisin mânâsi nedir?
İran halkı, devleti hiçbir şeyden anlamayan genç bir kadına bıraktılar. Bu ise devletin çökmekte olduğunun bir işaretiydi. Bu durum dirayetli bir komutanın iş başına gelmesine kadar devam etti. Hz. Peygamberin bu konudaki sözü bu mânâda çok doğru ve açıklayıcıdır. Yoksa burada kadınları küçümsemek söz konusu değildir. Nitekim, Kur’ân-i Kerîm’de Neml süresinde Sebe melikesi Belkis’in saltanatından bahsedilmektedir.
İngiltere, Kraliçe Viktoria zamanında altın çağını yaşamıştı. Yine orada bir kadın yıllarca başkanlık yaptı. Bu kadınları seçenlerin ne kayıpları var? Hindistan’da İndira Gandi tarafından müslümanlara öldürücü darbeler vuruldu. İşlâmî oluşum iki parçaya bölündü.
Golda Meir’in idareciliği sırasında Arapların başına gelen musibetler unutulacak cinsten değildir! Onları alt etmek için yeni bir nesle muhtacız! Bu ise kadın erkek meselesi değil, ahlak ve karakter meselesidir. Burada erkeğin veya kadının bir fonksiyonu yoktur. Dindar bir kadın, sakallı da olsa nankör bir erkekten daha hayırlıdır.
Kadının şahitliği konuşun da âyet ve hadislerden uzaklaşarak kadına kısıtlamalar getirilmiştir. Bu konuda Kur’ân’in hükümleri önemlidir, şahısların değil.
Köpeğin, merkebin ve kadının, namaz kılanın önünde geçmesiyle namazın bozulacağına dair rivâyeti Hanbelîler ve Zâhırîler dışında üç mezhep kabul etmemiştir. Bu konuda Zâhırîlerin garip bir anlayışı vardır. Onlara göre namaz kılan insanın önünde yatan kadın namazı bozmazken, önünden geçen kadın namazı bozar.
Birtakım dindar geçinenler var ki, bunlar da dinin önünde oldukça büyük engeller oluşturuyorlar. Bunlar, kadının bu gibi görevlerine göre yaratılmadığını, kadının görevinin, şu ya da bu hizmet değil, sadece çocuk dünyaya getirmek ve yatak için yaratılmış bulunduklarını savunuyorlar!.. Buna karşılık isterdim ki, çağdaş İşlâm dünyasındaki başkentlere ait mescitlerde hanım vaizeler bulunsun. Hepsi de Allah’a bağlı, günah ve haramlardan sakınan, güzel bilgi ve bulgularla çevrelerini etkileyen hanımefendiler... Doğrusu bu anlamda hanım eğitimcilere oldukça ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü bugün karşı karşıya bulunduğumuz fitne durumundaki uygarlığın tehlikeleri ancak bu sayede önlenebilir.
Kadınlar konusundaki taassup birtakım metruk ve zayıf hadislerden kaynaklanmaktadır. İbn Hazm bu rivayetleri inkar etmiştir. Din sahasına zayıf hadislerle giren kişinin durumu, pazara sahte parayla çıkan kimsenin durumu gibidir. Polis onu eli kelepçeli götürdüğünde sadece kendini ayıplaması gerekir. İşlâm’in ince ruhunu yalnız fıkıh âlimleri kavrayabilir. Fikirler istilaya maruzken, ikinci derecedeki meselelere gösterilen ilginin mantığı nedir?
Kadına dokunmak aptesti bozar mı bozmaz mı? gibi meselelere bazı gençlerin aşırı ilgisi doğrusu kalbimi sızlatmaktadır. Sanki bu mesele ”seçimler serbest mi, hileli mi yapıldı?” meselelerinden çok daha gerekli ve çok daha önemli.
Cezayir’de görmüştüm. Biri ayağa kalkmış avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “İslam’da kadın er kişiler doğurmak için yaratılmıştır ve bundan başka bir işi yoktur” diyordu. İşlâm adına konuşan bu miskin, yalan sözden başka bir şey bilmiyordu. Güya kadın, hiçbir erkeği görmezmiş, hiçbir erkek de kadını görmezmiş...
b. Güzel Sanatlar ve Musikî
Şarkı hakkındaki yasaklara gelince, bunları ayırmak gerekir. Hamâsî duygular içeren, şecaatı artıran, kahramanlık anlatan şarkılar İşlâm’da yasak değildir. Suflî duyguları ön plana çıkaran ve meclislerinde fiski fücur işlenen şarkılar yasaklanmıştır. Gerçekten de yalvararak şarkı söyleyen bir şarkıcının sesi, Allah’ın affına olan ümitleri harekete geçirdiği gibi, eski günahlara olan pişmanlıkları da harekete geçirir. Tüm bunlar Allah Teâlâ’nin istemiş olduğu kulluğun şekillerinden/renklerindendir.
Ebû Hâmid el-Gazzâlî (o. 505/1111) bile şiiri güzel ve çirkin diye ikiye, musikîyı de yedi kısma ayırır. Bunlar arasında mübah, müstehab ve vâçib olanları bulunduğu gibi mekruh ve haram olanları da bulunmaktadır. Anlamıyorum, bazıları müziğin haram olduğunu nereden çıkarıyorlar, müzik dinlemeyi nasıl kötülüyorlar?
Hatırlıyorum Mekke-i Mükerreme’de müderris iken bir gün odam da oturmuş, yorgunluğumu gidermeye çalışıyordum. Kendi kendime sıkıntımı bir şeyle teselli edeyim dedim ve radyoyu açtım. Radyoda sevdiğim bir şarkıcının çıkması beni sevindirdi. O sırada danışmanı olduğum bir öğrencim kapıyı çaldı ve içeri girdi. Şarkı dinlediğimi görünce, “Bilmiyor musun? şarkının her türlüsü haramdır” diyerek radyoyu kapamamı istedi. Ben de, “hayır bilmiyorum” dedim ve şöyle devam ettim: “İşlâm sadece size mahsus bölgesel bir din değildir. Sizin dar çerçeveli bedevice bir anlayışınız var! Bu dar düşüncenizi İşlâm ile bir kefeye koyuyor ve bunlardan birinin ayrılmayacağını söylüyorsunuz. Bu gidişle İşlâm kefesi sapacak ve insanlar onu bırakacak! Bu ise, Allah Teâlâ’nin mesaj ve hidayetine yapılmış büyük bir zulümdür.”
Resme gelince, Edebe aykırı olmadıkça ve insan tabiatını günaha teşvik etmedikçe resimler haram değildir. Heykellere gelince, bu konuda varit olan nasslar onların haram olduğunu göstermektedir. Ancak çocuk oyuncakları ve kız çocukları için çeşitli şekillerde yapılan oyuncaklar müstesna; zira hiç kimse bunlara tazımde bulunmayı ve ibadet etmeyi düşünmez.
İster heykel olsun, ister kâgit üzerine yapılan resimler olsun tasvirin her türlüsünü haram sayan, fetvâ adamlarının bulunduğunu biliyorum. Nassları ifade ettikleri anlamların dışındaki manâlara göndermenin dünya ve ahireti birlikte zâyi etmesinden korkuyorum...
c. Yeme-İçme ve Giyim-Kuşam
Hintli bir âlimin İşlâm’da Yemek Âdâbi adlı eserini okumuştum. Adamın adetler ile ibadetleri karıştırdığını, Arap adetleri adına Batı adetlerine savaş açtığını gördüm. Bu savaşın İşlâm ile hiçbir alakası yok.
Yemekten önce besmele çekmek gerçekten bir görevdir. Resûlullah’ın (a.ş.) şu sözü de bunu doğrulamaktadır: “Besmele çek! Sağ elinle ye ve önünden ye!”
Yemek âdabı konusunda çeşitli hadisler varit olmuştur. Bunlardan bir kısmı sahih, bir kısmı uydurma ve bir kısmı da Arapların âdetlerindendir. Nitekim masada yemek yememek, elle yemek, kaşık kullanmamak hususlarında herhangi bir emir ve yasak yoktur. Bugün özellikle Arapların uygulaması, Avrupalılar karşısında utanç verici bir durumdur. Onlar kaplarda yemek bırakmazken, Araplar israf içerisindedirler.
Diğer yandan İşlâm’in özel bir kıyafeti de yoktur. Sarık konusundaki hadislerin hiçbir değeri yoktur. Faziletine dair hadisler şahîh değildir. Sarık Araplara ait bir giysidir. Sıcak iklimlerde basın örtülmesi zaruridir. Bol ve beyaz elbiseler tercih edilir. Soğuk iklimlerde ise, bedeni sıcak tutacak daha dar ve köyü renkli elbiselerin giyilmesi zorunludur. Müslüman israftan ve gösteristen uzak kalmak şartıyla istediği elbiseyi giyebilir. Diğer ülkelerde Arapların elbisesi israf, rezalet ve delice şehvet peşinde koşmanın bir simgesi olmuştur. Bu mu İslam a hizmet edecek ve onun davetini yayacak olan şey?..
d. Mesken ve Çevre
Bina yapmayı kötü saymak caiz değildir. Aksine bu bir farzdır. İbadet gökdelende de olur. Ama neredeyse bina yapmayı günah sayacak hadisler okudum. Bu konuda Kutub-i Sitte’de hadisler olduğunu biliyorum. O gün için bina yapmaktan çok daha mühim işler vardı. Bu yüzden böyle bir hadis varit olmuştur.
Müslüman beldelerinin güzel tertipli ve düzenli olması bu gün için çok daha lüzumludur. Avrupalılar temizliği Müslümanlardan öğrenmişlerdir ama bu gün Müslümanlar temizliği maalesef ünütmüslardır. Hiç şüphe yok ki, medeniyetlerinin parlak günlerinde Müslümanlar, beden ve elbise temizliği bakımından yeryüzünün en temiz insanları idiler. Temizlikte suyu kullanmış olmaları onları daha da yüceltmiştir.
e. Şeytan ve Çin Çarpmasının Hakikati
Çin çarpmasından sanılan hastalıkların pek çoğu sınır bozukluklarından kaynaklanmaktadır. Gizli mikroplar cinler aleminden midir? Menâr kitabının müellifi veba hakkındaki hadisi delil getirerek bu ihtimali gözden uzak tutmamıştır. Onun bu yaklaşımı doğru olabilir. Çünkü kötü cinler mikroplar alemini görebilir ve mikroplar aleminin içerisinde hastalık taşıyan mikroplarla insanlara zarar verebilirler. Müminlerin “eûzu besmele” ile cinlerden korunma isteği de buna delil olabilir. Çifir hesapları ile uğraşmamak gerekir.
Bu asırda mikroskop vasıtasıyla tespit edilip, mikrop olarak isimlendirilen canlı ve görünmez varlıkların cinlerden bir çeşit oldukları doğrudur. Bu mikropların bir çok hastalığın sebebi oldukları tespit edilmiştir. Biz vebanın çin çarpmasından ileri geldiğine ilişkin hadisin tevilinde mikropların çin çeşidinden olduğunu söylemiştik. Biz müslümanlar olarak bazı âhad rivayetleri doğrulamak için bilimin tespit ettiği, doktorların karar kıldığı veya delil olmayan bir şeyi kendisine izafe etme konusunda tartışmaya ihtiyaç duymayız.
Bize göre Allah’ın salih kulları üzerinde şeytanın gerçekte bir etkisi yoktur. Salih kulların en hayırlısı resûller ve nebîlerdir. Hz. Meryem ile Hz. İsa’ya şeytanın dokunmadığı, Resûlullah’ın şeytanının müslüman olduğu ve Resûlullah’ın kalbinin yarılıp içine seytanın payının atıldığı şeklindeki hadislere gelince, tüm bunlar zannî haberlerdir, âhad rivayetlerdir. Hadisin konusu gayb alemi ile ilgilidir. Gayba iman da Akaid konusudur. Akaid’de zan ile amel edilmez. “Zan, hakikat bakımından hiçbir şey ifade etmez.” O halde biz akidemizde bu hadisin ihtiva ettiği manaya iman etmekle mükellef değiliz.
f. Fitnelere Dair Hadisler
Fitneler ile kıyamet alametleri hakkında bir çok hadis okudum. Okumamı, gaybin derinliklerini kavrayamadığım meçhuller içerisinde bocalayarak bitirdim. Meselâ, Deccal hakkında pek çok rivâyet var. Birinde şöyle deniyor: “Deccal’ın iki gözü arasında kafir yazılıdır! Bu yazıyı ancak müslümanlar okuyabilecektir.”
Bana öyle geliyor ki Deccal Yahudilerin ileri gelenlerinden belki de büyük tabiat bilginlerinden biri olacak. O, Yahudi’nin kaypaklığını, Allah yolundan engellenmesini ve Allah düşmanlarını temsil eder. Diğer taraftan Kıyamet hadisleriyle ilgili bir çok hadis de illetlidir.
g. Kader ve Cebir
Kader meselesi de yanlış anlaşılmıştır. Bu noktada Müslim’in Şahîh’inde rivâyet ettiği şu hadisten sakındırmak görevimizdir. Hadis şöyledir: “Kendisinden başka ilah bulunmayan Allah a yemin ederim ki sizden birisi cennetliklerin amelini işler, öyle ki cennet ile arasında bir kol boyu mesafe kalır, birden alın yazısı onun önüne geçer de, o da tutar cehennemliklerin amelini işler ve böylece cehenneme girer. Yine sizden birisi cehennemliklerin amelini işler...” Zikredilen bu hadiste de ilk bakışta cebre inanç vardır ki bu kabul edilmez. Kitap ve sünnete aykırıdır.
Tirmizî’nin Hz. Ömer’den naklettiği bir rivâyet okudum “Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini çıkarmış ... İlk çıkanlara bunları cennet için yarattım ...” şeklindeki bu hadis nerdeyse Cebriyye’nin bir nassi durumundadır. Fakat buna rağmen hadis kitaplarına girmiştir.
Akıl ve nakil ile sabit olan dinin gerçeklerine, senedi zayıf veya metni illetli hadisler yön veremez. Kader konusundaki hadislerin ciddi bir tetkike ihtiyacı vardır. Bu hadislerin iyice öğrenilmesiyle müslümanların eskiden ve son zamanlarda kendilerine musallat olan bireysel ve toplumsal hezimetlerden uzaklaşabileceklerini ümit ediyoruz.
SONUÇ
Gazâlî, hadislerin sıhhatini sorgulayan ve eleştiren bir düşünceye sahiptir. Onun hadis ve sünnete bakışının genel anlamda Kur’ân eksenli olduğunu söyleyebiliriz. O Kur’ân ile birlikte akıl ve bilimi de esas almakta, özellikle çok kesin olmayan rivayetleri akıl ve bilim süzgecinden geçirdikten sonra onaylamakta veya reddetmektedir. Bilimle çatışan veya çelişen mütevatır olmayan rivayetleri, kabul edemeyeceğini, kendisinin aklın ve bilimin yanında olduğunu her vesileyle vurgulamaktadır. Gazalî, sünnetin birincil değil Kur’ân’dan sonra ikincil bir kaynak olduğunu, Kur’ân’in sünnetle asla nesh edilemeyeceğini belirtmektedir.
Tüm hadis kaynaklarının hemen tamamını eleştiren Gazâlî, yeri geldiğinde Buhârî ve Müslim’i eleştirmekten de geri durmamıştır. Yine hadis sarıhlerinden özellikle İbn Hacer el-Aşkalânî’nin bazı konulardaki yorumlarını ve anlayışını asla kabul etmediğini sert bir üslupla dile getirmekte ve İbn Hacer’i suçlamaktadır. Bunun yanısıra Ahmed b. Hanbel’e ve onun Müsned’ine de güvenmediğini çeşitli örneklerle ortaya koymaktadır. Gazâlî’ye göre bütün bu eserlerdeki hadisler, öncelikle Kur’ân, akıl ve bilim süzgecinden geçirildikten sonra alınmalı ve delil olarak kullanılmalıdır.
Gazâlî’ye göre müslümanların hadis ve sünnetle ilgili çıkmazlarından biri de anlama problemidir. Ona göre bugün ümmetin dizginlerini elinde tutmak isteyen çocuksu bir İşlâmî düşünce bulunmaktadır. Akıl sahibi müslümanlar bunların yaptıkları karşısında mahzun mahzun başlarını önlerine eğip susuyorlar. İşin korkunç tarafı bu düşünce, bünyesinde sakallı boylu boşlu kişileri toplayan çocuksu bir akla sahip bir düşüncedir. Manalarını anlayamadıkları bazı hadisleri buluyor, sonra da İşlâm’a tiksinti ve korku uyandıran bir şekil veriyorlar. Ancak ne var ki, bazılarına dipnotlarda temas ettiğimiz gibi, Gazâlî’nin de bazen aceleci davranması sebebiyle bir kısım hadisleri yanlış anladığını ve söz konusu hadislerle ilgili iddialarında çok da tutarlı olmadığını burada hatırlatmak durumundayız.
Gazâlî, hadislerin sıhhati hakkında verilen hükümleri eleştirmekle birlikte, esasen genel anlamda sünnetin reddedilemeyeceğini, sünnetin ortadan kalkması halinde onun yerini “bid’at”lerin dolduracağını belirtmektedir. Ayrıca Kur’ân-i Kerîm’de Allah’ın Elçisine itaat ve onun örnek alınması ve hükümlerine razı olunmasıyla ilgili bir çok âyetin yer aldığını hatırlatan Gazâlî, Hz. Peygamberin sahih hadisleri ve sünneti sayesinde keyfi yorumların önüne geçilmiş olduğunu da vurgulamaktadır.
Gazalî, sahih hadis kitaplarında yer alan bazı hadisleri tenkit etmiş olmasının, kibirle ya da büyük âlimlerin kıymetini inkar etmekle bir alakasının olmadığını, bütün bunları Allah için, O’nun elçisi ve din adına yaptığını ifade etmektedir.